Hristiyan Komünizm ve Marksistler

ZEKİ KILIÇASLAN

Bu yazıda kısaca bir dinî komünizm biçimi olarak Hristiyan Komünizm’den ve bazı öncü Marksistlerin Hristiyan Komünizmi konusundaki görüşlerinden bahsedilecektir. Yazı esas olarak bu konuda en güncel ve toplu bir kaynak olaran Roland Boer’in 2018 baskılı Red Theology: On the Christian Communist Tradition adlı kitabı olmak üzere kaynakçada belirtilen eserlerin değerlendirilmesine dayanmaktadır.

Dinî Komünizm

Tarih boyunca akademisyenler malların ortak mülkiyetini destekleyen çeşitli sosyal veya dinî hareketleri tanımlamak için komünizm deyimi kullanılmıştır, yani komünizmin seküler biçimi yanında bir de dinî biçimi vardır.[1] Bazı yazarlar tarafından Kudüs’teki ilk Hristiyan komünü (topluluğu) dinî komünizmi uygulayan bir grup olarak tanımlanırken benzer olarak Müslüman dünyada Karmatiler’in uygulamaları veya Şeyh Bedreddin’in müridi Börklüce Mustafa tarafından İzmir Karaburun’da kurduğu “kardeşler topluluğu” aynı kapsamda değerlendirilebilir.

Kautsky, More’un Ütopya’sını Marx ve Engels’ten önceki metinler arasında en önemli sosyalist eserlerden biri olarak görür. Ona göre More Hristiyan Komünizmi’nden ilham almıştır ve gerçekten de More bu geleneğin son temsilcisiydi.

T. M. Browning ve Hans Hillerbrand gibi yazarlar dinî komünizmi “doğrudan bir dine özgü ilkelerden kaynaklanan” bir komünizm biçimi ya da “malların ortak mülkiyetini ve bununla birlikte özel mülkiyetin kaldırılmasını” savunan dinî hareketler olarak tanımlarken başka akademisyenler, geleneksel siyasi komünizmin veya Marksizmin her zaman bir din çeşidi olduğunu ileri sürdüler.[2] Kurulu düzenin temsilcisi olarak işlev gören din olarak Katolikliğe karşı gelişen 17. yüzyıl protestan hareketlerini (özgür kiliseler) tanımlamak için de dinî komünizm deyimi kullanılmıştır. Friedrich Engels’in Almanya’da 16. yüzyılda gerçekleşen Alman Köylü Savaşı bağlamında analiz ettiği Thomas Müntzer de önemli bir Anabaptist komünist harekete öncülük etmişti. Aslında birliği hedefleyen Marksist ahlak anlayışı, bir açıdan insanlığın bir olduğu ve insanlar arasında ayrım yapmayan tek bir Tanrı’nın olduğu yönündeki Hristiyan veya Müslüman evrenselci öğretisini yansıtmakta olduğu da söylenebilir.

Karl Marx ve Hz. İsa’yı beraber resmeden bir çalışma. [Kaynak: https://www.midwesternmarx.com/]

Hristiyan Komünizm

“İman edenlerin hepsi bir aradaydı ve her şey ortaktı; mallarını satıyor ve elde edilen geliri herkesin ihtiyacı olduğu şekilde herkese dağıtıyorlardı. … Artık iman edenlerin tüm grubu tek yürek ve ruh halindeydi ve kimse hiçbir malın özel mülkiyetini iddia etmiyordu, ama sahip oldukları her şey ortaktı… Aralarında bir tane bile muhtaç yoktu, çünkü sahip olunlar arsaları veya evleri satıyor ve satılanın gelirini getiriyordu. Onu havarilerin ayaklarının dibine koydu ve herkese ihtiyacı olduğu kadar dağıtıldı.”  Elçilerin İşleri 2:44–45, Elçilerin İşleri 4:32–35[3]

Latin Hristiyanlığında 5. yüzyılda Augustinus ve Pelagius arasında bir tartışma çıkmıştı. Augustine, yeni insan doğasına ancak Tanrı’nın lütfuyla ulaşılabileceğini, çünkü insanların bunu kendi başlarına başaramayacaklarını savundu. Pelagius, insan disiplini ve uygulamasının başarıya ulaşabileceğini savunarak buna karşı çıktı. Bu erken dönem teolojik tartışma aynı zamanda siyasi açıdan da görüldü; bazı Marksistlere göre Augustinus aristokrat veya yönetici sınıf perspektifini, Pelagius ise sömürülenlerin perspektifini somutlaştırdı. Böylece, Augustinus’un argümanı, dünyayı olduğu gibi bırakmak yönünde bir görüşe dönüşür; zengin ve güçlülere dünyayı değiştirmek için çalışmaya ihtiyaçları olmadığı için hoş bir mesaj, yoksullara ve ezilenlere ise öbür dünyada ödül bulacakları için bir teselli olur. Buna karşılık Pelagius (ve aslında diğer ‘sapkınlar’), yoksulluğu ortadan kaldırmanın tek yolunun zenginlerden kurtulmak olduğunu söyleyerek ezilenlerin savunucusu oldu.[4]

Karl Kautsky ve Modern Sosyalizmin Öncüleri

‘Her şey ortaktır!’ Bu cümle Hristiyan komünistlerin iki bin yıldır sloganı olmuştur. Bunun kaynağı başlangıç olarak Elçilerin İşleri 2:44 ve 4:32’den gelse de komünizmin bu biçiminin İncil metinlerinden ilham aldığını ve dünyadaki komünizmin en uzun süreli biçimini oluşturduğunu Modern Sosyalizmin Öncüleriadlı eseri ile ortaya koyan kişi aslında bir Marksist olan Karl Kautsky’ydi.[5]

Kautsky, More’un Ütopya‘sını Marx ve Engels’ten önceki metinler arasında en önemli sosyalist eserlerden biri olarak görür. Ona göre More Hristiyan Komünizmi’nden ilham almıştır ve gerçekten de More bu geleneğin son temsilcisiydi. Ancak More aynı zamanda İngiltere’deki ekonomik sömürüyü de eleştirmiş ve Ütopya‘yı ekonomik, siyasi ve sosyal bir alternatif olarak sunmaktaydı ve bu düzeyde, aynı zamanda materyalist bir eleştirmendi ve böylece eski Hristiyan Komünizmi ile modern komünizm arasında, orta çağ dindarlığı ile tarihsel materyalizm arasında önemli bir bağlantı idi.[6]

Engels, Köylü Devrimi ve Hristiyanlığın devrimci kökenleri üzerine yaptığı çalışmalarda[7] Avrupa ortaçağında  birçok radikal hareketi incelemiş, Waldensianlar‘dan Bohemya Kardeşleri‘ne ve ardından Köylü Devrimi’ne ve Münster’deki Anabaptistlere odaklanmıştır. Engels Hristiyan mesajların kölelere, işçilere ve kentli işsizlere yönelmesine dikkat çekerken, Kautsky Engels’in ötesine geçerek ilk Hristiyan topluluklarının tüketim odaklı da olsa komünist bir örgütlenmeye sahip olduğunu savunmaktadır. (Elçilerin İşleri 2:44-45 ve 4:32-35).

Dulcinanlar, Lolardy, Taborlular, Münster[8]

1300 yılında İtalya da Apostolik Kardeşlerin liderliğini üstlenen Novarralı Fra Dolcino (1250-1307) Dulcinianlar olarak adlandırılan bu grubu militan bir yöne çevirmişti. Grup iktidara karşı şiddetli bir silahlı ayaklanma yürütmüştü. Dolcino’nun feodal ve kilise hiyerarşilerinden kurtuluşu ve toplumun komünist örgütlenmesini savunduğu eserleri dört mektubu halinde günümüze ulaşmıştır. Kautsky bu girişimleri “ilk silahlı komünist ayaklanma olarak” tanımlar. Onların ilkeleri ortak mülkiyet, karşılıklı yardımlaşma ve saygıya dayanıyordu.

Kautsky bunun dışında başka bir dizi devrimci Hristiyan Komünist hareketle ilgilenmektedir. Bunlar arasında İngilizlere özgü bir hareket olan Lollardyde bulunmaktadır. 12. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan bu hareket, tekrarlanan zulümler nedeniyle John Ball ve Wat Tyler’ın ilhamı ve 14. yüzyılın ekonomik çalkantılarının etkisiyle, özellikle 1381 Köylü Devrimi’nde çırakları, zanaatkârları, soyluları ve din adamlarını da içeren devrimci bir hareket haline geldiler.

Marx’a göre Reformun kendisi nasıl devrimciydi? “Luther otoriteye olan inancını paramparça etti çünkü inancın otoritesini geri getirdi. Rahipleri sıradan insanlara dönüştürdü çünkü sıradan insanları rahiplere dönüştürdü. İnsanı dış dindarlıktan kurtardı çünkü dindarlığı içsel insan haline getirdi. Kalbi zincirlediği için bedeni zincirlerden kurtardı.” demektedir.

Orta çağda 14. yüzyılda ortaya çıkan ve bir açıdan Protestan reform hareketinin öncüsü kabul edilen dinî önder Bohemyalı (bugünkü Çekya) Jan Hus’dan (öğretileri nedeniyle yakılarak öldürülmüştür.) ilham alan Taborlular olarak bilinen büyük grup, İncil’i esas alan temelde Roma’ya yönelik eleştiriler yapmış komünist örgütlenmeleri ve askeri güçleriyle mücadele yürütmüşlerdir. Bu hareket Bohemya’daki madencilik, gelişmekte olan bir para ekonomisi, çitlemeler ve köylülük ile soyluluğun sınıf ilişkilerindeki derin değişimlerle ilişkilidir.

Kautsky’nin açısından Alman köylü hareketinin lideri Müntzer, popüler bilinçte “sapkın komünizmin” en parlak simgesiydi.[9] Müntzer hareketi 15. yüzyılda erken meta üretimi ve ilkel sermaye birikimi, çitleme dalgası ve bunun sonucunda ortaya çıkan yoksullukla iş arayan köylülerin kötüleşen koşullarına odaklanmıştır.

Müntzer, Prenslere verdiği ünlü bir vaazda İsa’dan alıntı yaparak: “Ben barış değil, kılıç getirmeye geldim.” (Matta 10:34) der. Müntzer İncil metinlerinden yararlanarak, daha sonra “Ama kişi kılıçla ne yapmalıdır? Sorar ve devam eder; Tam olarak şunu: İncil’i engelleyen bu kötü adamları bir kenara süpürüp, bırakmak.” Ama prensler ilahi olarak atanmış görevlerini yerine getirmezlerse, “kılıç ellerinden alınacaktır”.[10]

Müntzer’in prenslere yaptığı çağrısı boşa çıktı, ancak (bazı matbaaların eserlerini yayınlamasını sınırlamak dışında) hareketleri aşırı derecede kısıtlanmadı. Kautsky’nin de işaret ettiği gibi, Müntzer diğerlerini, ortaklarını ve yoldaşlarını harekete geçirmeye ikna etmek için ‘müjde’den ne anlaşılması gerektiği konusunda şunları ileri sürer: “Bu inancımızın bir maddesi ve gerçekleştirmek istediğimiz bir şey, bir prens, kont ya da baron, bu gerçeği ciddiyetle hatırlattıktan sonra bile kabul etmek istemiyorsa başı kesilecek ya da asılacaktır.”[11] Kautsky’e göre “kendini takip edenleri müjde‘ye sımsıkı bağlı kalmaya çağıran (yani demokratik dava) ve onun düşmanlarına karşı direnmeye çağıran Müntzer’in öncülük ettiği Anabaptistler modern sosyalizmin en büyük öncüleridir.”[12] Kautsky’nin onları savunması Anabaptistler kadar modern sosyalist hareketin de bir savunmasıydı.

Kautsky’ye göre Reformasyon sürecinde genel düşünce tarzı yasal değil teolojikti ve sonuç olarak bir toplumsal hareket ne kadar radikalse ifade biçimleri de o kadar teolojikti.[13] Kautsky genel olarak İsa’yla başlayan ve daha sonra Havarilerin İşleri’ne yansıyan ilk Hristiyan topluluğunun komünist bir topluluk olduğunu öne sürmekte; “İlk başta topluluğa yeni ve daha iyi bir topluma doğru enerjik ama belirsiz bir komünizm, her türlü özel mülkiyete, tüm sınıf farklılıklarının mülkiyet paylaşımı yoluyla düzeltilmesi gereken düzene karşı nefret ve bir dürtü hakimdi.” demektedir.[14] Kuatsky ilk Hristiyan topluluğunu tanımlarken ‘hareketin proleter doğası’ (1 Korintliler 1:26-27), ve zenginlere karşı sınıfsal nefretine (Luka 6:20-25; 16:19-31; 18:18-28;) vurgu yapmakta ve başka çatışma ifadelerinde ve kılıç taşıyan havarilerin çelişkili hikayelerinde ortaya çıkan radikal boyutuna dikkat çekmektedir. (Mat. 10:34; Luka 12:49-53; 22:38).

Kautsky o çağlarda düzene karşı çıkan birçok hareketten sadece biri olan Hristiyan hareketin nasıl hayatta kaldığı ve büyüdüğü sorusuna ise şöyle cevap vermekteydi; “Komünist örgüt zaten İsa’nın etrafında kurulu. Gerçekten de bu Hristiyanlığın başarısının sırrıydı. Kautsky, “komünist dürtünün” ortadan kaldırılamayacağını, zira bu dürtünün Hristiyan tarihinde sürekli olarak ortaya çıktığını ileri sürerek analizini tamamlamıştır.

Engels, Marx ve Luther

Engels[15], Alman Köylü Devrimi ve Luther üzerine yaptığı değerlendirmelerde genel olarak Luther’in yeni oluşan yönetici sınıfın veya reform arayışındaki kentlilerin ve benzer umutlara sahip prenslerin isteklerini temsil ettiğini buna karşılık Müntzer’in, radikal köylülerin ve yeni ortaya çıkan proleterlerin sözcüsü olduğunu ve böylece Luther’in köylülere rezil bir şekilde ihanet ettiğini belirtmektedir.

Engels’e göre Luther’in ilk açıklamaları, sömürülen köylüler, plebler, kentliler, daha az sayıda soylular ve hatta bazı prenslerden oluşan birleşik bir cepheyi bir araya getiren devrimci bir coşkuyu ortaya koymaktadır. Ancak durum çok kızışınca Luther gerçek müttefiklerini seçti: Kentliler, soylular ve prensler. Bu durum devrimci coşkusunun sulandırılmasını, barışçıl reformların tercih edilmesini ve radikal aşırılıkların kınanmasını gerektiriyordu. Engels’e göre bu “yeni kasaba kilisesinin” sadık bir savunucusu haline gelen gerçek Luther’di. Bu açıdan onun daha önceki ateşli açıklamaları ve eylemleri, gerçek pozisyonunu açıklamamaktaydı.

​Ancak Engels’in analizi, Luther’in İncil çevirisine ilişkin gözleminde öne çıkan daha ikircikli bir yaklaşımı ele veriyor: Luther, İncil’i tercüme ederek pleb hareketinin eline güçlü bir araç vermişti. İncil aracılığıyla, zamanının feodalleşmiş Hristiyanlığını ilk yüzyılların ılımlı Hristiyanlığıyla ve çürüyen feodal toplumu, feodal hiyerarşi hakkında hiçbir şey bilmeyen bir toplum resmiyle karşılaştırdı. Köylüler bu aracı prenslere, soylulara ve din adamlarına karşı yoğun bir şekilde kullanmışlardı. Ayrıca Luther’in başlangıçta Müntzer’in yaratıcı politik hayal gücünü geliştirdiği, İncil ve teolojik düşüncenin yeni biçimleri aracılığıyla onun radikalizmini ateşlediği, hatta Müntzer’in 1520’de Zwickau’da papazlığa erken geçişini onayladığı gerçeğini gözden kaçırmamalıyız.

Engels’e göre burada Luther’in keşfettiği ve sonra kapatmaya çalıştığı derin bir teoloji ve politik gerilim var gibi görünmektedir. Teoloji ve aslında İncil ne yalnızca zalimlerin ve güçlülerin korumasındadır, ne de açıkça mazlumların yanındadır. Bunun yerine, her iki olasılık da ortaya çıkıyor ve söz konusu İncil metinlerinde veya teolojik formülasyonlarda gericiliği devrimden ayırmak gerçekten zorlaşıyor. Luther her ikisiyle de oynuyor, İncil’in radikal olasılıklarına bir göz atıyor ve ortaya çıkardığı şey karşısında paniğe kapılıyor.

Marx, “Almanya’nın devrimci geçmişi teoriktir, Reformdur. Devrim keşişin beyninde başladığı gibi şimdi de filozofun beyninde başlıyor. Ama eğer Protestanlık gerçek çözüm değilse bile, en azından sorunun gerçek ortamıydı.” der.[16] Bu yaklaşımdan anlaşılan Reformasyon teorik anlamda devrimciydi; Reformasyon, devrimin başlangıç ​​aşamasını işaret eder. Devrimin ilk aşaması dinin eleştirisidir.

Marx’a göre Reformun kendisi nasıl devrimciydi? “Luther otoriteye olan inancını paramparça etti çünkü inancın otoritesini geri getirdi. Rahipleri sıradan insanlara dönüştürdü çünkü sıradan insanları rahiplere dönüştürdü. İnsanı dış dindarlıktan kurtardı çünkü dindarlığı içsel insan haline getirdi. Kalbi zincirlediği için bedeni zincirlerden kurtardı.” demektedir.[17]

Marx, A. Smith’in özel mülkiyetin dışsal bir durumdan ziyade içsel bir gerçeklik olduğu yönündeki önerisinde de benzer bir ifade bulmaktadır.[18] Bu bakışa göre; Roma Katolikliği parasal sisteme uygun, dışsallaştırılmış bir ifade biçimidir; Protestanlık ise parasal sisteme uygun bir ifade biçimidir ve kredi ve metaların içselleştirilmiş gerçekliklerine uygundur.[19]

Engels, yeni ortaya çıkan burjuvazinin (burjuvalar ve ilerici prensler açısından) ideologu olarak tanımladığı Luther’e hâlâ mesafe koymuş olabilir, ancak aynı zamanda Engels, Luther’in mesajının radikal potansiyelinin de bir düzeyde farkındadır. Fakat ilk Alman devriminin savunucusu ile diyalektik etkileşim açısından Luther’le en anlamlı etkileşimi sağlayan Marx’tı. Tabii ki bu, Marksizmin bir şekilde Hristiyan düşüncesinin sekülerleştirilmiş bir biçimi ya da aslında eskatoloji olduğu anlamına gelmez.

Rosa Luxemburg ne diyordu?

Kautsky, o zamanın İncil’e kendini adamış tek Marksist değildi. Bu konuya dikkat çeken Rosa Luxemburg, kitabının yayımlanmasından birkaç yıl önce aynı konu üzerine bir makale yayımlamıştı.

Rosa Luxemburg’un “Sosyalizm ve Kiliseler”[20] adlı makalesinde “Hristiyanlığın yeniden inşası” konusundaki yaklaşımı daha uzun bir radikal mirasa sahip çıkma yönündeki sosyalist çabanın parçasıydı. Luxemburg, mesajında Litvanya ve Polonya Sosyal Demokrat Partisi’ne katılan ve kilise liderlerinin şiddetli muhalefetiyle karşı karşıya kalan, güçlü dinî bağlantıları olan birçok işçiye seslenirken açık bir tavır sergilemekte ve işçilere, inançlarının sosyalizmle, “hatta komünist toplumsal örgütlenmeye sahip radikal bir hareket olan erken dönem Hristiyanlıkla da” çelişkili olmadığını belirtmektedir. Ona göre modern sosyalistler yalnızca ilk Hristiyanlara benzemiyorlar, ancak sosyalistler aslında İlk Kilise’nin sosyal açıdan kurtarıcı gündemini açık bir şekilde somutlaştırmaktadır. İsa herhangi bir zamanda ortaya çıkacak olursa, sosyalistlerin yanında yer alacaktır: “Ve eğer Mesih bugün yeryüzünde ortaya çıkacak olsaydı, zenginleri savunan ve milyonların kanlı sömürüsüyle yaşayan rahiplere, piskoposlara ve başpiskoposlara mutlaka saldırırdı. Daha önce tapınaktan kovduğu tüccarlara kırbaçla saldırdığı gibi onların da rezil varlıkları ile Tanrı’nın Evini kirletmemelidir.” der.[21]

Rosa Luxemburg’un “Sosyalizm ve Kiliseler” adlı makalesinde “Hristiyanlığın yeniden inşası” konusundaki yaklaşımı daha uzun bir radikal mirasa sahip çıkma yönündeki sosyalist çabanın parçasıydı. Luxemburg, mesajında Litvanya ve Polonya Sosyal Demokrat Partisi’ne katılan ve kilise liderlerinin şiddetli muhalefetiyle karşı karşıya kalan, güçlü dinî bağlantıları olan birçok işçiye seslenirken açık bir tavır sergilemekte ve işçilere, inançlarının sosyalizmle, “hatta komünist toplumsal örgütlenmeye sahip radikal bir hareket olan erken dönem Hristiyanlıkla da” çelişkili olmadığını belirtmektedir.

Luxemburg’un yaklaşımının ikinci özelliği tarihseldir; “yeniden inşası”nı desteklemek için çeşitli kaynaklardan yapılan referanslara başvurur ve ‘her şeyin ortak olduğunu’ belirten metni (Elçilerin İşleri 4:32-35) ortaya koyarak erken Hristiyanlığın gelişimini sosyo-ekonomik bağlamına yerleştirir.

Sık sık yapılan köle isyanlarına rağmen, durumu değiştirmek için herhangi bir etkili çaba gösteremeyecek kadar dağılmış olan kölelerin sayısına dikkat çeker bu bağlamda, Hristiyanlığın “bu mutsuz varlıklara bir cankurtaran kemeri, bir teselli ve teşvik olarak göründüğünü ve en başından beri Romalı proleterlerin dini haline geldiğini” ileri sürer.[22] Ekonomileri göz önüne alındığında bu durumda, bu ilk Hıristiyanlar tüm kaynaklardan, özellikle de zenginlerin kendileri için biriktirdikleri kaynaklardan eşit pay talep ediyorlardı. Bu, zor ekonomik koşullardan doğan bir komünizmdi. Luxemburg ilk Hristiyanlar tarafından başlatılanı modern sosyalistlerin tamamlayacağını da belirterek bütün ezilenleri mücadele saflarına çağırır.

Hristiyan Komünizmi ve Bolşevikler

Köy topraklarının ortak mülkiyeti, tarımsal arazi şeritlerinin ekim için periyodik olarak yeniden tahsisi ve ürünlerin ortak paylaşımı ile köy komünleri, geçimlik-hayatta kalma tarımı biçimin Rusya’ya özgü bir biçimiydi.

Bu eski, iyi denenmiş ve son derece kalıcı ekonomik biçim, Rusya’daki çeşitli komünist gruplar arasında pek çok tartışmaya yol açtı. ‘Eğer bu köy komünlerinden faydalanırsak, tam bir kapitalist aşamadan geçmeden sosyalizme geçiş geçebilir miyiz?’ diye düşündüler. 19. yüzyıl hareketi, Narodnaia Volia (Halkın İradesi) veya Narodnikler ve daha sonra da esas olarak Sosyalist-Devrimciler bireysel terör eylemlerini ekleyerek bunu gerçekleştirmeye çalıştılar. Yoksulluğu, işsizliği ve sömürüyü ortadan kaldırmanın bir yolu olarak eşitlikçilik, toprakta özel mülkiyetin kaldırılması ve toprağın eşit bölünmesi için propaganda yaptılar. Çoğunlukla şehirli aydınlardan oluşan bu kişiler, mesajlarını köylülere iletmek için kırsal bölgeye gitmeye karar verdiler, fakat genelde halkın şaşkın bakışları ve polise yapılan ihbarlarla karşılaştılar.

Savunduğu bu sosyal ve kurumsal ayaklanmayla (Sosyalist Devrim) ile birlikte, kişinin özgün bir dinî yaşamı yeniden sahiplenebileceği kişisel bir manevi devrim önermektedir. Açıkçası, böyle bir benzetme, Marksist devrim yaklaşımlarını dinî ve manevi olanı da içerecek şekilde genişletme çabası olarak da okunabilir.

“Toprak Tanrı’nındır!”. Bu slogan, köylü sosyalistlerinin 1905 ile 1917 yılları arasındaki Duma tartışmalarında tekrar tekrar kullandıkları temel sloganıydı. 1905 Devrimi’nden sonra Çar tarafından gönülsüzce verilen haklarla sınırlı parlamentoda, bağımsız köylü temsilcilerinin yanı sıra Duma’daki Sosyalist-Devrimciler tarafından temsil edilecek köylü sosyalist tutumlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Lenin ve Bolşevikler Sosyalist-Devrimcilerle çok fazla ilgilenmiyor bazen onlarla koalisyon kuruyor, bazen de onların gelişmemiş tarım sosyalizmine karşı çıkıyorlardı. Ancak Bolşevikler için bağımsız köylü temsilcileri özellikle de radikal olanlar çok daha ilgi çekiciydi. Lenin, bağımsız sol kanat Duma temsilcisi olan Tikhvinsky adında bir rahipten alıntı yapıyor: “Köylülerin, emekçilerin toprağa bakış açısı budur: Toprak Tanrı’nındır ve her birimizin suya ve havaya hakkı olduğu kadar, emekçi köylünün de bu toprak üzerinde hakkı vardır. Birisinin su ve havayı satmaya, satın almaya veya ticaretine başlaması garip olurdu ve birinin araziyi takas etmesi, satması veya satın alması da bize aynı derecede garip geliyor.”[23]

Tikhvinsky Sosyalist-Devrimciler’den ayrılan bir grup olan Trudovikler adına yaptığı konuşmada toprağın toprak ağalarından alınıp köylülere iade edileceği toprak reformu projesini desteklemekteydi. Lenin tüm bunları hem takdire şayan hem de biraz basit buluyordu. Gerçekten de din hakkındaki diğer düşüncelerinde olduğu gibi, Lenin de genellikle iki konum arasında kalır; dini -geleneksel Marksist tarzda- gerici olmakla suçlar ve yine de köylü Hristiyan sosyalistler tarafından ortaya çıkan keskin içgörüleri takdir eder. Tikhvinsky gibi biri, “korkusuzca ve kararlılıkla savunduğu köylülerin çıkarlarına, halkın çıkarlarına içten bağlılığı nedeniyle her türlü saygıyı hak ediyor” der ve ekler “tarihte ilk kez burjuva devrimciler sloganlarını İncil’den aldılar.”[24]

İkinci örnek, Ekim Devrimi’nden sonra komünist eğilimlere sahip mezhepçi grupların devam eden katkılarıyla ilgilidir.[25] Daha 20. yüzyılın ilk yıllarında Lenin’in, Sosyal Demokratlar’ın “tüm “siyasi mahkumlar” ve dinî mezhep mensupları için af talep ettiğini” biliyoruz ve bu yapılana kadar “hoşgörü ve ibadet özgürlüğü hakkındaki tüm konuşmalar sefil bir iddia ve itibarsız bir yalan olarak kalacaktır” demekteydi.[26] Lenin partinin 2. kongresinde mezhepçiler arasında çarlık karşıtı duyguyu harekete geçirmenin bir yolunun, Bonch-Bruevich’in editörlüğünde, Sekterler Arasında adlı bir gazete yayınlamak olduğu konusunda mutabakata vardı. Sonunda Şafak (Rassvet) olarak adlandırılan derginin altı sayısı yayımlandı.[27]

Radikallerin çağrısı, Tolstoy’un köylü değerlerinin savunuculuğundan kaynaklanıyordu; bu, köylü yaşamının ve köy komününün, sosyalizme giden belirgin bir Rus yolu için romantikleştirilmesine olanak sağlıyordu. Tolstoy’a göre çözüm iki gelenekten yararlanmaktı. Bunlardan ilki, Hristiyan geleneğinde, özellikle raydan çıkmış bir sosyoekonomik ve politik sistemin tuzağına düşmüş, başıboş ve yozlaşmış bir kiliseye tepki olarak ortaya çıkan sürekli reform dinamiğiydi. Tolstoy’un ikinci kaynağı ise hızla yok olan köy komününden geldi.

Lenin’e göre, Papaz Gapon’un önderlik ettiği 1905 Devrimi, eski ve yeni baskı biçimlerini ortadan kaldırmaya ve bunların yerine özgür ve eşit vatandaşlardan oluşan toplulukları getirmeye çalışan köylülüğü siyasi bir güç olarak ortaya çıkarmıştır.[28] İşin püf noktası, hayal edilen yeni toplumun aslında eski ve ataerkil olmasıdır. Kanlı Pazar ile sonuçlanan 200.000 işçinin protestosuna öncülük eden Rahip Gapon hakkında süregiden tartışmalara rağmen Lenin gelişmeleri diyalektik bir tarzda görmeye çok daha açıktı ve Gapon ne yaptığını tam olarak bilmese de Gapon’a devrimci kimliğinden dolayı itibar ediliyordu.[29] Lenin’in, Kremlin’deki kişisel kütüphanesinde, Gapon’un Tüm Köylü Halkına Bildiri adlı kitabının bir kopyasının bulunduğunu ve Gapon’un 1905’te kendisine “En şerefli yoldaş Lenin’e” diyerek, imzayla sunduğunu belirtmiştir. Feodal tarım sosyalizmi Tolstoy’da büyük bir ses bularak geçici olabilir, ancak proleter sosyalizminin diyalektik habercisidir. Tolstoy, farkında olmadan da olsa ‘hazırlık çağına’ katkıda bulunmuştu.[30]

Köylülerin ve Tolstoy’un aksine, Lunaçarski ve “Tanrı-İnşacılar” Rus köylü komünalizmi geleneğinden ilham almıyorlardı. Bunun yerine Lunacharsky, Avrupa Hristiyan Komünizmi üzerine özellikle Kautsky tarafından yapılan çalışmalardan derinden etkilendi. Peki Tanrı’yı inşa edenler kimdi? Onlar, Ortodoksluk ve Marksizm arasındaki bağlantıları takip eden ‘Tanrı Arayanlar’ın çizgisini takip etmediler çünkü onlar, dinden, özellikle de Hristiyanlığın olumlu unsurlardan yararlanarak Marksizmin duygusal gücünü –‘sıcak akıntısını’- artırmak isteyen ateistlerdi.[31]

Hristiyan Komünizm sadece Papa Francis söyleminde değil Latin Amerika ve dünyanın diğer bölgelerinde sosyalist temelli emekçi halk mücadelelerine katılan Kurtuluş Teolojisi akımı mensubu Katolik papazlar ve onların takipçilerinin eylemlerinde de yaşamaktadır.

Lunaçarsky’nin çalışmasının temel motivasyonu iki yönlüydü.[32] Başlangıç olarak, 2. Enternasyonal Marksizmi’nin ve özellikle de Rus Marksizminin “babası” Plehanov’un soğuk, “kuru” ekonomik teorisinin ötesine geçen bir boyut arıyordu. Bunun yerine, Ernst Bloch’un daha sonra Marksizmin “sıcak akıntısı” olarak adlandırdığı şeyi, onun coşkulu, duygusal ve etik unsurlarını, “dönüşüme” ilham veren ve “derinden bir değişim” sunan, ruhun duygusal dürtüsü olarak Marksizm’i vurguluyordu. ​İkinci özellik Lunacharsky’nin bir değişiklikle devrime kararlı bir şekilde odaklanmasıdır: “Dindar bir toplumda kimse, Tanrı ile ilişki alanında devrim olmayan bir devrim veya daha geniş bir reform yapamaz.” der ve Ekim devrimi gerçekleştiğinde, bunu “‘Tanrı inşasının’ en büyük, en kesin eylemi” olarak gördü ve yoldaşlarıyla bir tür manevi coşkuyu paylaşmaya çalıştı.[33]

Althusser ve kilise

Katolik olduğum için komünist oldum. Dini değiştirmedim ama derin bir Katolik olarak kaldım. Kiliseye gitmiyorum ama bunun bir önemi yok; insanlardan kiliseye gitmelerini isteyemezsiniz. Ben bir Katolik, yani enternasyonalist bir evrenselci olarak kaldım. Komünist Parti içinde evrensel kardeşliği gerçekleştirmek için daha yeterli araçların bulunduğunu düşündüm.” Althusser[34]

“Roma Katolik Kilisesi dünya çapındaki gericiliğe derin ve uzlaşmacı bir bağlılığı sürdürmekte ve işçi sınıfının güçlerine ve sosyalizmin doğuşuna karşı uluslararası kapitalizmin yanında mücadele etmektedir.”[35] O halde bu kilisenin artık ‘müjdeyi-iyi haberi’ ‘zamanımızın’ insanlarına vaaz edememesine şaşmamak gerek. Althusser’e göre bu hasta kilise (Roma Katolik Kilisesi), geçip giden bir dünyanın kalıntısıdır, ancak yine de kendisini bu dünyaya dayandırmaya devam etmektedir. Daha spesifik olarak, bir zaman sıçramasına yakalanmıştır: Sallanan bir kapitalizm bağlamında feodal bir ideolojik sisteme tutunmaktadır. Böyle bir durumda hayatta kalmayı nasıl başarabilir?

Hem Katolik olan hem de Komünist Parti üyesi olan Althusser’in bu sessiz iyimserliği için her türlü nedeni vardı. Althusser bu makaleyi yazdığında Stalin yönetimindeki SSCB faşist Almanya’yı yenmiş, sosyalist devrimler ortalığı kasıp kavurmuştu. Doğu Avrupa’da sömürgecilik karşıtı mücadeleler ivme kazanıyordu ve Çin Devrimi başarının eşiğindeydi. Althusser’in makalesinin altında derin bir umut akımı yatıyor. Halen bu kilisenin kendi kendine dönebileceğine ve iyi haberi bir kez daha duyurabileceğine inanıyor. Onun önerdiği çözüm, sosyalist devrimi ruhsal dönüşümle, kolektifi kişisel olanla ilişkilendirmeye yönelik cesur bir girişimdir.[36]

Savunduğu bu sosyal ve kurumsal ayaklanmayla (Sosyalist Devrim) ile birlikte, kişinin özgün bir dinî yaşamı yeniden sahiplenebileceği kişisel bir manevi devrim önermektedir. Açıkçası, böyle bir benzetme, Marksist devrim yaklaşımlarını dinî ve manevi olanı da içerecek şekilde genişletme çabası olarak da okunabilir.

Herhangi bir esaslı özgürleşme, altyapı düzeyinde, işçi hareketinin eliyle gerçekleşmelidir. Tarihsel olarak bu hareket, yazdığı bağlamda, kapitalizme ve feodalizmin kalıntılarına karşı çıkan nesnel bir güçtür. Gerçek dönüşüm ancak bu şekilde mümkündür; dolayısıyla kiliseye önem veren herkes için en iyi seçenek bu harekete katılmaktır. Althusser sadece “tarihin bizim tarafımızda olduğu” hissinden kaynaklanan iyimserlikten açıkça etkilenmekle kalmıyor, aynı zamanda ittifak siyaseti olarak adlandırılabilecek şeyi de öneriyor. İlerici Hristiyanlar sadece amaca uygun ya da stratejik nedenlerle değil, aynı siyasi varsayımları paylaşmaları gibi basit bir nedenden dolayı sosyalist harekete katılmalıdır: “Kilisenin toplumsal kurtuluşu için mücadele, proletaryanın insanlığın kurtuluşu için mevcut mücadelesinden ayrılamaz.”[37] Althusser’in bu görüşü yeni değildir. Marx ve Engels’in, dinî bağlılığın 1. Enternasyonal üyeliğine engel olmadığını savunduklarını ve 2. Enternasyonel döneminde aynı şekilde aslında bir rahibin bile sosyalist harekete katılabileceğini savunduklarını bilyoruz ve zaten pek çok kişi özellikle 2. Enternasyonal döneminde bunu yapıyordu.

Marx’ın ana argümanı, dine yol açan yabancılaştırıcı toplumsal ve ekonomik temelinin devrimle değiştirildiğinde dinin kendisinin dağılacağı, dolayısıyla din ikincil bir olgu olduğu için dine doğrudan karşı çıkmaya gerek olmadığı yönündeydi. Buna karşılık Althusser, toplumsal devrim yoluyla dinin de özgürleşeceği böylece kendi hakikatine döneceği umudunda idi.

Gerçekten de dinin yabancılaştırıcı toplumsal ve ekonomik temeli vardır, fakat dinin aynı zamanda ve belki de en baştaki toplumsal temeli ölümden de kaynaklanan varoluşsal sorundur, yani insan olarak nereden gelip nereye gittiğimiz bağlamında bir anlam arayışıdır. Dolayısıyla Althusser din için sosyal devrimle birlikte hem “yok edilme” hem de “kendi hakikatine dönüştürülme”den bahsetmektedir. Siyasi ve toplumsal mücadeleyi “Kolektif dinsel yabancılaşmanın azaltılması onsuz dinsel özgürleşmenin bile düşünülemeyeceği bir koşul” olarak görür.[38]

Roland Boer’e göre[39] Althusser için toplumsal ve dinsel devrim arasındaki analoji tam olarak mümkündür, çünkü dinin kendisi -Hristiyanlıktan bahsediyor- aynı zamanda devrimci bir güç olabilir. Marksist geleneğin çoğunun ağırlığına karşın, dinin ilerici olabileceğini ve yabancılaşmamış bir yaşam sunabileceğini savunuyor. Ona göre Althusser’in devrimci Hristiyanlığın uzun geleneği hakkında bir farkındalığı olmasa da bu makale ile kendisini Hristiyan Komünizmi geleneğinin bir parçası olarak gördüğü bir anı ortaya koymaktadır.

Sonuç yerine

Papa Francis 2016’da kapitalist dünya ekonomisinin “tüm insanlığa karşı temel terörizm” olduğunu söylemekte ve teolojisini kapitalizme eleştirel olarak tanımlamaktaydı.[40] The Economist’teki bir blog yazısı tarafından Leninist olarak etiketlenmesi konusu sorulduğunda Francis şöyle dedi: “Komünistler bayrağımızı çaldılar. Yoksulların bayrağı Hristiyandır. Yoksulluk İncil’in merkezinde yer alır, Komünizm ise “yirmi yüzyıl sonra” gelmiştir.[41] Hristiyan Komünizm sadece Papa Francis söyleminde değil Latin Amerika ve dünyanın diğer bölgelerinde sosyalist temelli emekçi halk mücadelelerine katılan Kurtuluş Teolojisi akımı mensubu Katolik papazlar ve onların takipçilerinin eylemlerinde de yaşamaktadır.


[1] Marcin Kula, “Communism as Religion”, Totalitarian Movements and Political Religions, 6 (3): 371–381, (doi:10.1080/14690760500317727S2CID 145672322. December 2005).

[2] Hans J. Hillerbrand, Encyclopedia of Protestantism, (p. 800. ISBN 978-1135960285), Routledge, 2004. 

[3] Makaledeki Kutsal Kitap alıntıları şuradan yapılmıştır: https://kutsalkitap.info.tr/

[4] Roland Boer, “Red Theology: On the Christian Communist Tradition”, Studies in Critical Research on Religion, Volume 10, 2018.

[5] A.g.e.

[6] Karl Kautsky, Thomas More and His Utopia (Translated by Henry James Stenning), Lawrence and Wishart, 1888a [1979], London.

[7] Friedrich Engels, The Peasant War in Germany (In Marx and Engels Collected Works), Vol. 10, 397–482, 1850a [1978].

[8] Roland Boer, “Red Theology: On the Christian Communist Tradition”, Studies in Critical Research on Religion, Volume 10, 2018.

[9] Karl Kautsky, Foundations of Christianity (Translated by H.F. Mins), Socialist Resistance, 1908a [2007], London.

[10] Karl Kautsky, Communism in Central Europe in the Time of the Reformation (Translated by J.L. Mulliken and E.G. Mulliken), Fisher and Un, 1897, London.

[11] Karl Kautsky, Foundations of Christianity (Translated by H.F. Mins), Socialist Resistance, 1908a [2007], London.

[12] A.g.e.

[13] A.g.e.

[14] A.g.e.

[15] Friedrich Engels, The Peasant War in Germany (In Marx and Engels Collected Works), Vol. 10, 397–482, 1850a [1978].

[16] Karl Marx, Contribution to the Critique of Hegel’s Philosophy of Law: Introduction (In Marx and Engels Collected Works, Vol. 3, 175–87), Progress Publishers, 1844 [1975], Moscow.

[17] A.g.e.

[18] Karl Marx, Economic and Philosophic Manuscripts of 1844 (In Marx and Engels Collected Works, Vol. 3, 229–346), Progress Publishers, 1844 [1975], Moscow.

[19] Karl Marx, Capital: A Critique of Political Economy, Vol. i. (In Marx and Engels Collected Works, Vol. 35.), Progress Publishers, 1867 [1996], Moscow.

[20] Rosa Luxemburg, “Socialism and the Churches”, Rosa Luxemburg Speaks (Ed. Mary-Alice Waters), 131–52, Pathfinder Press, 1905 [1970], New York.

[21] A.g.e.

[22] A.g.e.

[23] V.I. Lenin, Draft for a Speech on the Agrarian Question in the Second State Duma, (In Collected Works, Vol. 12, 267–99), Progress Publishers, 1907 [1962], Moscow.

[24] Karl Marx, Capital: A Critique of Political Economy, Vol. i. (In Marx and Engels Collected Works, Vol. 35.), Progress Publishers, 1867 [1996], Moscow.

[25] V.I. Lenin, The Agrarian Programme of Social-Democracy and the First Russian Revolution, 1905–1907 (In Collected Works Vol. 13, 217–431), Progress Publishers, 1907 [1963], Moscow.

[26] V.I. Lenin, The Autocracy is Wavering… (In Collected Works, Vol. 6, 346–51), Progress Publishers, 1903 [1961], Moscow.

[27] Roland Boer, “Red Theology: On the Christian Communist Tradition”, Studies in Critical Research on Religion, Volume 10, 2018.

[28] A.g.e.

[29] V.I. Lenin, Revolutionary Days (In Collected Works, Vol. 8, 101–23), Progress Publishers, 1905 [1962], Moscow.

[30] V.I. Lenin, L.N. Tolstoy (In Collected Works, Vol. 16, 323–27), Progress Publishers, 1910 [1963], Moscow.

[31] Roland Boer, “Red Theology: On the Christian Communist Tradition”, Studies in Critical Research on Religion, Volume 10, 2018.

[32] A.g.e.

[33] A.g.e.

[34] Akt. A.g.e.

[35] Louis Althusser, The Spectre of Hegel: Early Writings (Translated by G.M. Goshgarian), Verso, 1997, London.

[36] Roland Boer, “Red Theology: On the Christian Communist Tradition”, Studies in Critical Research on Religion, Volume 10, 2018.

[37] Louis Althusser, The Spectre of Hegel: Early Writings (Translated by G.M. Goshgarian), Verso, 1997, London.

[38] A.g.e.

[39] Roland Boer, “Red Theology: On the Christian Communist Tradition”, Studies in Critical Research on Religion, Volume 10, 2018.

[40] Nika Knight, “Pope Francis: Capitalism is ‘Terrorism Against All of Humanity’” (2 August 2016), Common Dreams, Retrieved 8 September 2018.

[41] Philip Pullella, “Pope Francis: Communists ‘stole’ the flag of Christianity” (29 June 2014), Reuters Edition International, Archived from the original on 7 July 2014. Retrieved 27 December 2020.

Yorum bırakın