Bakü-Birinci Doğu Halkları Kurultayı/Şark Milel-i Mazlumesi Kurultayı (1-7 Eylül 1920)

FİKRET SOYSAL

bana bir şimşek çak
çok yanlış anlaşılmaktayım
hesabım yanlış bir mahkemede görülüyor
içimdeki zemberek
boşandı boşanacak
yaşamak mı gerek
yoksa unutmak mı
şaşırmaktayım
galiyef yoldaş ne olacak
galiyef yoldaş sibirya sürgünü
sanki yalın bir bıçak
kayarak
bir kırlangıç hızıyla
bulutların arasından
karanlığın böğrüne saplanacak

galiyef yoldaş ne olacak
galiyef yoldaş sibirya sürgünü
elinde bir mektup eski yazıyla
artık yüzünü bile unuttuğu
karısından
burnunda sadece kokusu var
ilkbahar kadar müşfik
sonbahar kadar yumuşak
galiyef yoldaş ne olacak
avrasyada hala mazlumların uğultusu
kısa bozkır atlarının nallarından
gizli kıvılcımlar ki etrafa saçılıyor
azadlık mermileridir
çekirdekleri çelik
cehennem gibi sıcak

Attila İlhan

“Ufukta, küçük Türk köylüleri; ilk planda beyaz saçlı bir ihtiyar adam toprak sürüyor; elinde kalan son öküzlerinin yanında kızı da sabana koşulmuş”

Musuşef (Beşinci Oturum/5 Eylül 1920 Kurultay konuşması)

“Doğu hakkında bildiğim şeylerden hareketle, kurulmakta olan bu büyük İskambil kulelerinin neredeyse ilk fiskede dağılıp yıkılacağını düşünmekten kendimi alamıyorum.”

George Curzon (Kraliyet danışma Meclisi Başkanı, Hindistan eski genel Valisi, kısa süreliğine Dışişleri Bakanı

Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı devasa yıkım, Avrupa’nın ekonomik ve demografik kaynaklarına ağır bir darbe indirmişti. Yine de siyasi gözlemciler, aydınlar, kültürel seçkinler “hümanizm” geleneğini Avrupa’nın en büyük başarısı olarak görmeye devam ediyor ve demokrasinin yeniden canlandırılması ile Avrupa’nın tekrar dirilebileceğini düşünüyorlardı. ABD Başkanı Wilson için de bu arzular önemliydi. Avrupalıların gözünde Wilson hariçten gazel okuyordu. Eski Dünya, birikimi sayesinde siyasi ve ekonomik liderliği başaracak, eski haline kavuşacaktı. Fakat Eski Dünya başarısızlığa uğradı. Paris Barış Antlaşması’nda İngilizler ve Fransızlar arasındaki çirkin ayak oyunları ve bu antlaşmanın Avrupa’da ektiği tohumlar bunun başlangıç aşamasındaki göstergesiydi. 1919-1921 arasında barışı inşa edenlerin istediğinden çok daha kuşatıcı bir siyasi ve ekonomik yapılanma gerekiyordu. 20. yüzyılın en büyük trajedisi, bu büyüklükte bir yapılanmanın ancak daha yıkıcı ikinci bir savaşla mümkün olabileceğidir.

Doğuda ise insanlık için yeni bir tecrübe ve anlayış gelişiyordu. Batının doğuya karşı savunuculuğunu yapmış Rusya’da patlak veren Sovyet Devrimi ayakta kalmak için yeni yollar arıyordu. Sovyetlerin ayakta kalmasının yolu batıda olacak devrimler ve milletler hapishanesi olarak görülen Çarlık Rusya’sında milliyetler meselesinin çözümüydü.

Bakü Doğu Halkları Kurultayı toplantısından. [Kaynak: TÜSTAV arşivi]

Paris Barış Antlaşması İngiltere ile Fransa’nın başını çektiği bölüşüm planlarının Avrupa tarafını halletmişti. Fakat Türkiye’nin Ortadoğu topraklarının paylaşımı ve Anadolu’nun kaderi belirsizdi. İngiltere’nin esas hesapları Musul ve Osmanlı’nın Arap toprakları üzerindeydi. Anadolu’da ise Yunanlıları destekliyordu. Bunların başında Lord George geliyor. George’un Yunanlıları desteklemek konusundaki tutku ve ısrarı Türklerle Bolşeviklerin ilişkisinin gelişmesinde etkili oldu.

Paris Antlaşması sırasında ABD mandası revaçtaydı. Wilson’a umut bağlayanların başında dünya genelindeki diaspora adına konuşan Boğos Nubar Paşa ve Ermenistan Cumhuriyeti’ni temsil eden Daşnak yöneticilerinin bulunduğu Ermeni heyeti gelmekteydi. Wilson, Ermeni davasına şahsen yakınlık duymasına rağmen Türklerin de kendi kaderini tayin hakkına sahip olması gerektiğini vurguluyordu. Türkler bile ABD mandası fikrine ısındılar. Önde gelen Osmanlı gazetelerinin hemen hepsi ve İstanbul’un eğitimli kesimleri bundan yanaydı. Vakit gazetesinde Ahmet Emin Bey (Yalman) seçimin aslında “bir Amerikan mandası ve keşmekeş” arasında olduğunu söylüyordu. Kuvayı Milliyeciler de bu fikirden hoşlandı. Sivas Kongresi’nde ülkenin bağımsızlığını ve bütünlüğünü ihmal etmemek kaydıyla mandanın kabul edildiği söylenir, fakat ABD, Ermenistan, Anadolu, Suriye, Filistin gibi yerlerde bu şekilde rol almak istemiyordu. Wilson, ABD’nin Osmanlı çözümünde inzibatlık etmesine bel bağlanmamasını defalarca belirtti. Ona göre, ABD halkı hiçbir şeye Asya’da askeri sorumluluk kabul etmekten daha az eğilimli olamazdı. İngiliz ve Fransız mandasını Ermeniler, Araplar, Türkler gibi halkların istemeyişi ve ABD mandasına yakın olmaları aslında ABD’nin bölgeye dönük ilgisizliği sebebiyledir. Sein McMeekin’e göre, ABD halkı 1919’da yeni imparatorluk yüklerini üstlenmeye meraklı değildi. Özellikle de dünyanın İstanbul’da ve Beyrut’taki misyoner okullarının ötesinde pek tanımadığı sorumlu ve şiddet dolu bir kesiminde. (McMeekin, sf. 417) McMeekin, Rudyard Kipling’ten (“beyaz adamın yükünü omuzla”), 1919’daki Baron Hankey’e ve Lloyd George’a, 1946’daki Churchill’e (Demirperde konuşması), son yıllardaki Niall Ferguson’a kadar Amerikalılara emperyalist uğraşı benimsetmeye çalışan Britanyalılar uzun ve köklü bir geleneği temsil eder. Bu hâlâ zor bir iş. (McMeekin, sf. 417)

McMeekin ‘in ifadesiyle, Dünya Savaşı’nın zıpçıktısı Yunanlılar, İtilaf kuvvetlerine katılmakta istifade etmek için zaman kaybetmediler. Tekirdağ’a kadar ilerlediler. Bu Nisan’a doğrudur. Fransızlar da İngiltere’nin bütün Osmanlı ganimetine tek başına konmasını önlemek için Yunanlılar kadar hızlı hareket ettiler, Antakya’yı, Adana’yı işgal ettiler. İngilizlerle beraber İstanbul’u işgal etmek üzere trenle bir tugay gönderdiler. İngilizler, Mekteb-i Harbiye’de; Fransızlar, tünelin yukarısındaki 6. Daire-i Belediye binasında; İtalyanlar da Nişantaşı’ndaki şatafatlı bir paşa köşkünde karargâh kurdu. Lloyd George Yunan davasına ateşli desteğini hiç gizlememişti. Servetinin hatırı sayılır bir kısmını Yunan saldırısını desteklemek için harcayan Osmanlı Rum silah tüccarı Basil Zaharoff’la sıkı bağları vardı. George’un tercihleri her zaman ters tepti. Parlamento, askeri harcamalarda kısıtlama istiyordu. Bunların yanında işçi grevleri dalgası ve İrlanda’da iç karışıklık vardı. Churchill, George’a “kaynaklarımızı yeni toprak kazanımlarına dağıtmak yerine mevcut imparatorluğumuzu kalkındırmaya yoğunlaştırmamız gerekir”, diyordu. George hiç kulak asmadı buna. Bir de Sevr Antlaşması eklenince, Kuvayı Milliye’nin direnişi kuvvetlendi. Üç İtilaf Yüksek Komiserinin acımasız bir barışı zorla dayatmanın “Meclisi Anadolu’ya kaçırmaya” yönelteceği, Mustafa Kemal’i Bolşeviklerin kucağına iteceği gerekçesiyle oy birliği ile karşı çıkmasına rağmen George yine aldırmadı. (McMeekin, sf. 430)

Bütün bu tabloya baktığımızda, Lloyd George önderliğinde İngiliz saldırganlığının Türkler ile Bolşevikler arasındaki ilişkiyi geliştirdiğini, ayrıca, ABD’nin isteksizliği sebebiyle esas mücadelenin İngiltere ve Sovyet Rusya arasında yaşanmaya başladığını görüyoruz. Hem Türkiye’deki hem İç Asya’daki Türklerin politik davranışları bu mücadele içinde şekillenmiştir.

İngiltere için, Bolşeviklik özellikle Asya’daki sömürgelerin güvenliği bakımından mutlaka halledilmesi gereken bir meseleydi. Churchill, “Lenin hiç doğmamış olsaydı daha iyi olurdu” diyordu. Londra, Paris ve Washington Rusya’da olan biteni kaygıyla izliyordu. İngilizler için, Asya’da bir uyanış büyük bir tehlikeydi. Britanya’nın gizli istihbarat servisi, Kornilov gibi Bolşevizm düşmanlarını desteklemek ve Lenin’e suikast düzenlemek üzere Rusya’ya ajanlar gönderdi. Bunlardan biri de yazar William Somerset Maugham’dı. Fransa, Britanya gibi ülkelerdeki seçkinlere göre, Rus Devrimi artık kurulu düzene Almanlardan daha büyük bir tehlike oluşturuyordu. Batılı seçkinlerin Bolşevizmi lanetlemelerinin bir başka önemli gerekçesi daha vardı: “Lenin ve arkadaşları, açık bir şekilde bütün ezilen halkların, yani sadece Avrupa’daki alt sınıfların değil Afrika, Hindistan vs.’deki sömürge halklarının, beyaz efendilerinin kuşku ve korkuyla baktığı milyonlarca siyah, sarı ve diğer renkli insanın kurtuluşu için de çalışmaya kararlı olduklarını ilan etmişlerdi.” (Pauwels, sf. 370).

Bütün bu tabloya baktığımızda, Lloyd George önderliğinde İngiliz saldırganlığının Türkler ile Bolşevikler arasındaki ilişkiyi geliştirdiğini, ayrıca, ABD’nin isteksizliği sebebiyle esas mücadelenin İngiltere ve Sovyet Rusya arasında yaşanmaya başladığını görüyoruz. Hem Türkiye’deki hem İç Asya’daki Türklerin politik davranışları bu mücadele içinde şekillenmiştir.

İngiltere’nin Ortadoğu’daki etkisinin, İç Asya ve Hindistan hesaplarının önünde Sovyetlerdeki devrimin Doğu dünyasına yayılması büyük bir engeldi. Üstelik Türkiye’nin de bu devrimci dalgaya kapılması ihtimali vardı.

Bakü Kurultayı’nın yapıldığı 1920 yılında Rusya’da yeni bir düzen vardı, Türkiye ise işgal edilmişti ve savaş hazırlıkları içindeydi. 16 Mart 1920’de İstanbul işgal altındaydı. İngiliz, Fransız ve İtalyanlar yönetimi ele aldı. Paris Antlaşması’ndaki bölüşüm ve burada İngiltere’nin aç gözlü tavrı hem Asya’nın hem Avrupa’nın geleceği bakımından insani, demokratik bir seçeneğin mevcut olmadığını gösterdi. Bu bakımdan insanlığın ilk sosyalist deneyiminin yönelimi ve açacağı alan önem kazandı. Asya’da Sovyetlerin heyecanla karşılanması, barışın ve kendi kaderini tayin etme hakkının etkisiyledir. Özellikle Türkler açısından büyük bir umut oldu ve Türkçü-Komünist ilişkisi gelişti.

Sovyetlerle Türkler arasındaki ilişki devrimin hemen sonrasına kadar gider. Mustafa Kemal Paşa’nın Havza’da Sovyet temsilcisi ile görüştüğünü biliyoruz. Türklerin Sovyetlerle kurduğu ilişki Enver Paşa, Kemal Paşa ve Mustafa Suphi tarafından temsil edilen üç farklı yaklaşım şeklindedir. Rusya’daki Türklerin çalışmaları ve devrime katkısı da çok önemlidir. Fakat burada sınırları belli bir görüşlerden söz edemeyiz. Sıkışmışlık duygusu ve tarihsel durum belirleyicidir. Enver Paşa‘da çok daha önce düşünülmüş Asya’da bir Türk-Müslüman İmparatorluk fikri, Cihan Harbi’nin yıkımı ve bölgedeki güçlü ve acımasız aktör Çarlığın yıkılışı ile birleşince yeniden ümitli bir şekilde gündeme geldi.[1] Bolşevikler içinde N.Roy’un demesiyle Müslüman halkları İngilizlere karşı ayaklandırmak temel politika haline geliyordu.[2] Burada Galiyev çizgisinin Enver Paşa üzerinde etkili olduğunu belirtmeliyiz. Nevzat Köseoğlu’ndan öğrendiğimize göre Enver Paşa, “Sultan Galiyev, Rıskulov ve F.Hudayev gibi Türk kökenli ve bağımsızlığı bu hareket içinde gören komünistlerden etkilendiğini söylemiştir.” (Köseoğlu, sf. 410)

Rusya’daki Türkçülerin fikri gelişiminde Galiyevcilik etkili olmuştur. Fakat belki bundan daha önemlisi Kazan’da ortaya çıkan birikimdir. Öyle ki etkili Türkçü aydınların pek çoğu ve Galiyev, Kazanlıdır. 1876’da kurulan öğretmen okulundan, milli duygu ile dolu olan modern bir entelijansiya çıktı. Kültür metropolü olan Kazan’da 1854’ten 1864’e kadar on yılda Arap harfleri ile yazılmış bir milyon Tatarca kitap yayınlandı. Modernist Cedidi hareket her yerde yenileştirilmiş Müslüman okulları açtı. (Monteil, sf.181).

1917’de Moskova’daki Müslüman Pan-Rus Kongresi’nde pek çok önemli karar alınır; en önemlisi herkesin millî bir özerklik amacı gütmesidir. Sultan Galiyev Haziran 1918’de Müslüman İşleri Merkez Komiserliği’nde Komünist Parti temsilcisi olarak ortaya çıkar. Kazan Tatarı olan Galiyev, komünist hiyerarşide en yetkin Müslüman olarak yer alır. Galiyev’in temel tezi, kendi ifadesiyle şöyle özetlenebilir: ‘Sömürgeleştirilen bütün Müslüman halklar proleter halklardır. Zira hemen hemen Müslüman toplumun bütün sınıfları sömürgecilerden eziyet görmüştür; hepsi proleter olma hakkına sahiptir. Müslüman ülkelerdeki millî hareket sosyalist bir devrim karakteri taşır.’ Galiyev’in bu tezi, bilinse de bilinmese de hem Ankara’nın hem de Enver Paşa çevresinin Bolşevikliğe dair görüşünde etkili olmuştur.  Zeki Velidi Togan da Lenin’le tartışmasında aynı tezi öne sürüyor. Zeki Velidi Togan, Doğu halkları içinde her türlü tabakalaşmaya karşıdır. Togan’ın Komünist Parti’den kopma süreci, Doğu Halkları Kurultayı zamanına denk düşüyor; onu Bakü’de koruyan Mustafa Suphi’dir. Partinin Bakü’deki merkezinde kalıyor. Togan Lenin’e mektubunda şunları söylüyor: “Siz yerliler arasında tabakalaşma husule gelmediğini görünce bunda aydınları kabahatte bulacaksınız ve onların da bir kısmını sınıf düşmanı küçük burjuva milliyetçi, diğerini de sol oktobirciler yapacaksınız. Her defasında da oktobirleri sınıf düşmanı safına çıkararak imha edip onun yerine yeni bir sol oktobiriciler uyduracaksınız.” [3] (Akt. Küçük, sf. 40). Müslüman toplumların proleter kabul edilmesi görüşü, Bolşeviklerin iktidarı proletaryaya verme tezine bir cevaptır; Galiyev’e göre çözüm, bu toplumların zaten proleter olduğudur. Ankara’nın, Envercilerin, Bakü Kurultayı’ndaki Türkçü temsilcilerin değerlendirmelerine bakıldığında bu görüşün etkili olduğunu söyleyebiliriz.

1920 yılına geldiğimizde tarihsel manzara, Doğu Halkları Kurultayı’nı adeta dayatıyordu. Önemli bir ihtiyaçtır ve hem Bolşeviklerin çıkış arayışına hem de Doğu Halklarının arzularına bir yol bulmak için gereklidir.

İngiltere’nin Asya’daki sömürge siyaseti askerî açıdan doğunun insan ve doğal kaynaklarına dayanıyordu. Kafkasya’yı işgal eden ve Bakü petrollerini ele geçiren İngiliz Generali William M. Tomson komutasındaki İngiliz ordusu çoğunlukla Hintli subay ve askerlerden oluşuyordu. Bu tablo 1920 yılı başlarından itibaren değişmeye başladı. Bolşevikler, Çarlık generallerine karşı zaferler kazanarak iktidarlarını pekiştirdi. Anadolu’da millî kuvvetler, İngiltere’nin çıkarlarını tehdit edecek gelişmeler gösterdi. Lloyd George bile, “sırf Fransızlar Suriye’yi ya da Ermenistan’ı veya İtalyanlar Antalya’yı istiyor diye, İngilizlerin Türklerle çarpışmayı sürdürmesi mümkün olmayacaktır” diyecekti. Kafkasya’da Türk-Sovyet iş birliği gelişti. [4] Yalçın Küçük, Kafkasya’nın Bolşevizasyonunda Kemalist politika ve kuvvetlerin rolüne değiniyor: “Azeri araştırmacı Bagirov, Azerbaycan’da Sovyet düzeninin kurulmasından birkaç gün sonra 4 Mayıs 1920 tarihinde Kirol ve Orjonikidze’nin Lenin’e gönderdikleri raporda, “Türk askerleri ve subayları Bakü’deki devrim yararına son derece etkin bir rol oynadılar” diye yazıyorlardı. Kemalistler yalnızca ön Kafkasya’nın bolşevizasyonuna katkıda bulunmadılar, aynı zamanda Enverist güçlerin karşı hareketlerini önlemede son derece kararlı hareket ettiler. Bu, iki çizgi arasındaki nitelik ayrılığına da işaret etmektedir.” (Küçük, sf. 120).

Savaş yorgunu İngiltere, diplomatik bazı oyunlara ve yerel güçleri elde edip statü ve çıkarlarını korumaya girişti. Kafkasya’dan çekilmek zorunda kaldı. Türk millî hareketiyle Sovyet-Rusya yakınlaştı.

Rusya’daki Türkçülerin fikri gelişiminde Galiyevcilik etkili olmuştur. Fakat belki bundan daha önemlisi Kazan’da ortaya çıkan birikimdir. Öyle ki etkili Türkçü aydınların pek çoğu ve Galiyev, Kazanlıdır. 1876’da kurulan öğretmen okulundan, milli duygu ile dolu olan modern bir entelijansiya çıktı. Kültür metropolü olan Kazan’da 1854’’ten 1864’’e kadar on yılda Arap harfleri ile yazılmış bir milyon Tatarca kitap yayınlandı. Modernist Cedidi hareket her yerde yenileştirilmiş Müslüman okulları açtı.

1920 yılı, Yavuz Aslan’ın belirttiğine göre, Doğu tarihinde sömürgeci saldırganlığa karşı en önemli direncin başlaması bakımından bir dönüm noktası oldu. Doğuda İngiltere-Sovyet-Rusya rekabeti 1920’de en üst seviyeye çıktı. Bunlar arasındaki çatışma Doğu halklarının ve Anadolu’daki milli kuvvetlerin hareket sahasını genişletti; bu rekabetten yararlandılar. Sovyet-Rusya, Doğu halklarına yönelik yeni politikalar geliştirmek yolundaydı. Bu yönde atılan ilk adım 3. Enternasyonal’in 1919’da Moskova’da kurulmasıdır. Doğuya yönelik asıl adımlar ise 3. Enternasyonel’in ikinci kongresinde atıldı. 17 Temmuz 1920’de Petrograd’da açılan ve sonra Moskova’da devam eden, 37 ülkeden 200’den fazla delegenin katıldığı kongrede, Bolşeviklerin doğuda izleyecekleri siyasetin ana hatları belirlendi (Aslan, sf. 21). Kongrede Lenin’in milliyetler ve sömürge sorunu üzerine tezlerinde ortaya çıkan ilkeler, bu siyasetin yol haritası oldu. Lenin, bu tezlerinde milletler arasındaki eşitliğe vurgu yapıyor, mazlum milletlerin millî kurtuluş hareketlerinin zorunlu olarak Sovyet Rusya çevresinde toplandığını belirtiyordu. Bağımlı ve güçsüz milletlerin Sovyetler’de birleşmesinden başka kurtuluşu olmadığını söylüyordu. Doğu halkları kurultayı, bu düşüncelerin bir ürünüdür; aynı zamanda.

Emperyalist işgalcilere karşı mücadele veren bütün milletler için Sovyetler doğal müttefikti, fakat Rusya’nın hâkim olduğu özellikle Türk coğrafyası için durum daha karmaşıktır. Türklerin beklentisi bağımsızlıktı; Sovyetlerle ittifak, Türkler için önemli bir dayanaktı; bu hem Rusya Türkleri için hem de Ankara için öyledir. Öte yandan Enver Paşa önemli bir aktör olarak yerini aldı; Bolşeviklerin Enver Paşa’ya gösterdikleri ilgi, Enver Paşa’nın Müslüman halklar üzerindeki etkisinden kaynaklanıyordu. N. Roy’un ifadesi ile Enver Paşa’nın Müslüman halkları İngiltere’ye karşı ayaklandırmak önerisi, Bolşevikler için temel politika oluyordu; fakat batıda devrimlerin gecikmesi ve İngiltere ile detante arayışı kısa zamanda ani politika değişikliklerini beraberinde getirdi. Enver’in önerisinin Sovyet yönetimine çekici geldiği zamanla, 1921 başlarına kadar geçen çok kısa sürede, çok şey değişti. Yalçın Küçük, Londra ile bir detente arayışını belirtiyor: “Komintern’in ikinci kongresi ideolojik planda bir anlaşma için batıya gönderilmiş önemli bir mesajdır ve hemen arkasından büyük propagandalarla gelen Doğu kurultayı, ise anlaşmayı hızlandıracak bir tehdit niteliğini aşamamıştır.” Bu tespit, kurultayın bütün yönünü ve içeriğini göstermez, ama önemli bir tarafıdır; şunu da ileri sürüyor Yalçın Küçük: “… yeni yönetim 1921 Mart ayına gelindiğinde, İran, Türkiye ve Londra ile ticaret ve dostluk anlaşmaları yapmış durumdadır; metinlere yansımasa bile, özellikle Londra’da imzalanan antlaşma ile birlikte Sovyet iktidarının Afganistan ve Hindistan dahil pek çok coğrafyada devrimci ideolojik mücadeleden vazgeçmeyi taahhüt ettiği hep ileri sürülmüştür ve sürülmektedir.” (Küçük, sf. 26).

Peki, Türk tarafının kurultaydan beklentisi Kurultay ile ilgili hesapları nedir? Öncelikle, Bolşevikler halklara çağrı yapıyor, doğrudan muhatap aldığı bir yönetim yok. Ve bu, en çok komünist olmayan delegeler için geçerlidir; zaten 1920’de bağımsız olan bir tek bile Müslüman ülke bulunmuyor. Enver Paşa’nın planları ve Galiyev’in tezi bu büyük boşluğa denk düşüyor. Enver Paşa’ya yönelik Bolşevik ilgisinden söz etmiştik ve Paşa, kurultaya Zinoviev ve Radek gibi yöneticilerle geliyor. Ankara ise doğrudan çağrılmamıştır. Fakat çok isteklidir ve alanı boş bırakmak istemiyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın bu noktada irade ve müdahalesi var. Bir telaş ve endişe hâli teşhis edebiliyoruz. Günün koşullarında belki tek dayanak olan Sovyetler ile ilişkiyi, Enver Paşa ve Türkiye komünistlerinin kurma durumu, Ankara’nın Bakü Kurultayı’na fiilen katılmasına sebep olmuştur.

Emperyalist işgalcilere karşı mücadele veren bütün milletler için Sovyetler doğal müttefikti, fakat Rusya’nın hâkim olduğu özellikle Türk coğrafyası için durum daha karmaşıktır. Türklerin beklentisi bağımsızlıktı; Sovyetlerle ittifak, Türkler için önemli bir dayanaktı; bu hem Rusya Türkleri için hem de Ankara için öyledir.

Bakü’de Doğu halkları kurultayı toplandığında TBMM kurulmuştu. Fakat henüz TBMM’yi tanıyan yoktu. TBMM hükümetinin Doğu Halkları Kurultayı’na verdiği önemin bir yönü de budur; uluslararası anlamda ilk tecrübesi olacaktı. Dolayısıyla, kurultay, Ruslardan maddi yardım almaktan daha ilerisini ifade ediyordu Ankara için.

Öte yandan Sovyetlerin kimi muhatap alacağı önemliydi. Enver Paşa’ya Bolşeviklerin gösterdiği ilgi ve Mustafa Suphi’nin önderliğindeki Türkiyeli komünistler belki Ankara’dan bir adım öndeydi, ama Ankara’nın önünde somut fiili bir savaş vardı ve bunu adı-sanı belliydi, sınırları belli bir teşkilatla yönetiliyordu.

Sovyetlerin TBMM hükümetine doğrudan çağrı yapmaması, çağrının halka yapılması, Mustafa Kemal Paşa’nın tepkisine sebep olmuştur: “Son günlerde Bakü’de beynelmilel bir kongre yapılmaktadır; bu davetler doğrudan doğruya halkımıza vuku buluyor. Binaenaleyh, falan yerde, falan filan ve filan yerlerde yapılan kongreler. Filan, filan, filan münferiden davet olunurlar ve bunlar oraya gider ve orada mevzubahis olan esasatı kabul eder, memleket içinde tatbik etmeye başlarsa, bu doğru bir istikamet olamaz. Biz kongrelere de gideriz, her tarafa gideriz. Her şeye iştirak ederiz. Yalnız, biz ederiz, millet gider, yani yalnız milletin müessislerinden mürekkep olan Meclis gider ve yapılması lazım gelen şeyi o yapar. Ancak Meclisi Ali’nin selahiyetini haiz olan memurların, herhangi bir mahalde, herhangi bir cemiyette, herhangi bir hükümete yapacağı temas, söyleyeceği söz, vereceği imza, makbul ve muhtemel olmak lazım gelir, herhalde. Biz bugün için kendi noktayı nazarlarımıza, milletimiz halkımızdan aldığımız hakiki nokta-i nazarlara tabi olarak hareket etmekteyiz.” (Aslan, sf. 217)

Görüldüğü gibi Türkiye’yi kimin ve hangi görüşün temsil edeceği kurultaya giderken önemli bir meseledir. Abidin Nesimi Türk tarafının planlarını dört maddede ele alıyor:

  1. Eski Osmanlı İmparatorluğu’nu ayakta tutacak bir Osmanlı Sosyalist-Komünist Cumhuriyeti.
  2. Türk dünyasını kurtaracak Çarlık Rusya’sı Türklerini de kapsayan bir Turan Cumhuriyeti.
  3. Hem Türkleri hem de Müslümanları kurtaracak bir İslam Cumhuriyeti.
  4. Yalnızca Anadolu’daki Türkleri kurtaracak bir Anadolu Cumhuriyeti. (Nesimi, sf. 49)

Nesimi’ye göre 1. ve 4. maddeler Rauf Orbay’ın önderlik ettiği Teşkilatı Mahsusa-i Dahiliye, 2. ve 3. maddeler ise Teşkilatı Mahsusa-i Hariciye yani Doktor Bahaattin Şakir tarafından sağlanabilirdi. Rauf Bey Mustafa Kemal’den, Bahaattin Şakir Enver’den yanaydı. Bu nedenle Bolşevik Partisi Rauf Orbay’dan, Mustafa Kemal’den yana Bahaattin Şakir’e ve Enver Paşa’ya karşıydı. Abidin Nesimi’nin şeması gerçeklik payı taşımakla beraber, Türk tarafındaki gelişmeler daha karmaşıktır. Bunda tarihsel sürecin, Sovyetlerin yönelimlerinin etkisi olmuştur. Kısa sürede çok hızlı dönüşlerin olduğunu görüyoruz. Her şeye rağmen Ankara ile Enver Paşa çevresi arasında, bütün şüphelere ve taktiklere rağmen, başlangıç aşamasında bir birliktelik söz konusudur.

Ankara, Kurultay’a resmi delege göndermedi. Moskova’da bulunan Doktor İbrahim Tali Bey, Türkiye adına gözlemci olarak katılmaya memur edilmiştir.

Bakü Kurultayı, 1 Eylül 1920’de Neriman Nerimanov’un konuşmasıyla açıldı. “Bize ilk erdemlilik ve kültür kavramlarını vermiş olan yaşlı Doğu, bugün, burada yüzyıllar boyunca burjuva güçlerinin sermayesinin kendisine verdiği derin acı ve yaraları bize anlatacak ve göz yaşlarına dökecek. Bugün her biri ayrı bir hayat yaşayan Doğu halkları sermaye zulmünün korkunçluğunu bilmemezlikten gelemezler.”

Cemal Paşa, Moskova’dan Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği bir mektupta, kurultayın önemini, kurultaya gönderilecek kişilerin zeki ve hitabeti güçlü kişiler olması gerektiğini belirtiyor ve “şark aleminin makamı riyazetini Türklerin eline almak mümkün görünüyor diyordu.” (Aslan, sf. 219)

Kurultay’a kimlerin gideceği tartışmasında Ankara, Türkiye’deki komünistlere mesafeliydi. TBMM siyasetini savunacak delegeler gitmeliydi ve bu görev, Kazım Karabekir’e verildi. Kazım Karabekir, Binbaşı Arif ve Teğmen Asım efendileri Erzurum ve Trabzon’dan gidecekler arasına sivil olarak yerleştirdiğini ve bu kişilerin oradaki durumu incelemek için görevlendirildiğini belirtiyor. 12 Ağustos’ta Erzurum’da, Bakü’ye gideceklerle görüşüp kongrenin faydasını anlatıyor. Kazım Paşa’nın değerlendirmesi şöyledir: “Batı devletlerine karşı mühim bir gösteri olacaktı.

Biz Bolşevik değildik, fakat baskı ve istila siyasetine tahammülümüz yoktu, sonuna kadar uğraşacaktık. Bu uğraşmaların sonunda, Bolşevikliğin de hesaba konulmasını düşünmeleri lazımdı. Bundan başka, Azerbaycan’da neler oluyordu? Bakü kongresinde Türk ve İslam ve diğer unsurların hürriyet ve faaliyetlerine, hallerine ve emellerine dair birçok şeyler öğrenecektik.” (Aslan, sf. 219-220)

İlk delege heyeti, 12 Ağustos 1920’de Trabzon’dan Rusların gönderdiği bir motorla yola çıkarıldı. Bunlar on bir kişiydi. Bu kişilerden başka on bir kişi daha vardı. Bakü’ye gidecek 2. delege heyeti, 21 Ağustos 1920’de Trabzon’dan ayrılacaktı. Bunları Kazım Karabekir seçmişti. Bunların yanında yine başka kişiler de vardı.

Bu kişilerden Samsun’dan Trabzon’a gelmiş bulunan Celal’in İngiliz ajanı olduğu TBMM istihbarat birimleri tarafından tespit edilmiştir (Aslan, sf. 22). Giresun’dan gidenler de var. Neticede toplamda TBMM’nin bilgisi dahilinde, Trabzon-Tuapse yoluyla Bakü’ye 40-50 arası delege gitmiştir. İstanbul’dan gizlice gidenler de vardır. İngilizlerin gidenleri engel olmak için tedbirler aldığı, İngiliz gemilerinin devamlı olarak Trabzon sahilinde devriye gezdiği görülüyor. Türkiye ile komünistlerden başta Mustafa Suphi olmak üzere önemli bir katılım olmuştur. Mustafa Suphi’nin çalışmaları sonucunda Bakü’ye Türkiye’den elli bir kişi getirilmiştir.

Karakol Cemiyeti tarafından Bolşeviklerle ilişki kurmak için görevlendirilen ve Bakü’de bulunan Baha Sait ve Nüzhet Sabit Türkiye adına, Şevket Süreyya Aydemir Azerbaycan delegesi olarak katılmıştır. Moskova’dan Bakü’ye 3. Enternasyonal’in önderleri ile gelen Enver Paşa, Azim Bey kongreye, Fas, Tunus, Cezayir ve Trablusgarp’ı temsilen katılmışlardır. Enver Paşa İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı adına, Bahattin Şakir ise Trabzon Esnaf Cemiyetleri namına dolayısıyla Türkiye adına katılmıştır. Sonuç olarak, Aslan’ın kaydettiğine göre, Türkiye adına kurultaya 235 kişi katılmış, bu isimlerden 163’ü tespit edilebilmiştir. (Aslan, sf. 227)

Zinovyev uzun başlangıç konuşmasında kurultayın amacını açıklıkla ortaya koymuştur. Radek ve Pavloviç’in konuşmaları da dünya siyaseti, Doğu halklarının durumu, yapılması gerekenler hakkında önemli tezlerin bulunduğu konuşmalardır. Halkların özellikle Türk ve Müslüman halkların özerklik, bağımsızlık talepleri ile Bolşeviklerin devrimci yönetimler kurmak isteği, kurultayın temel tartışmasıdır aslında.

Bakü Kurultayı, 1 Eylül 1920’de Neriman Nerimanov’un konuşmasıyla açıldı. “Bize ilk erdemlilik ve kültür kavramlarını vermiş olan yaşlı Doğu, bugün, burada yüzyıllar boyunca burjuva güçlerinin sermayesinin kendisine verdiği derin acı ve yaraları bize anlatacak ve göz yaşlarına dökecek. Bugün her biri ayrı bir hayat yaşayan Doğu halkları sermaye zulmünün korkunçluğunu bilmemezlikten gelemezler.” (…) (Bakü 1920/Belgeler, sf. 33)

Kurultay’daki manzara, Doğu halkları Kurultayı’nın birçok bakımdan benzersiz olduğunu gösterir. Tarihte bu çeşitlilikte farklı dillerin, dinlerin, kıyafetlerin, işaretlerin ve sembollerin olduğu bir birliktelik, toplanma Doğu’da görülmemiştir. Şevket Süreyya Aydemir, kendisinin de tutkuyla dahil olduğu kurultaydaki manzarayı anlatır: “Hintliler, Afganlar, Moğollar, Özbekler, Kırgızlar, İran Kürtleri ve daha nice kavimlerden, milletlerden insanların hepsi kendi kıyafetlerini taşıyorlardı; hepsinin de boynunda, belinde kılıçlar, hançerler, tabancalar, kamalar vardı. Sarıklı, kavuklu, kalpaklı insanlar… Bakü sokaklarını dolduruyorlardı.” Şevket Süreyya Aydemir, “heyecandan sarhoş gibiydim” diyor. Bunun sebebi, yüzyıllardır esaret içinde yaşayan milletlerin ayağı kalkması, şarkın uyanışıdır. “Bu iş bana” diyor Süreyya, “O güne kadar dinlediğim şu sınıfların kavgası, parti politikası, proletarya diktatörlüğü gibi şeylerden daha aydınlık görünüyordu.” Her millet kendi dilinde haykırıyordu; marşlar, çığlıklar, kılıç-hançer şakırtıları. Süreyya’nın belirttiği manzaranın ve kendisine bir dava bulma duygu durumunun yanında ironik olarak tespit ettiği gerçeklik, kurultay yöneticileri ile Doğu halklarının meseleye bakışı arasındaki farklardır. Bu hissiyat düzeyinde de böyledir; Doğu alemi ile Batı aleminin ve politikanın kurtlarıyla özgürlüğe susamış halkların, Batılı Komünist Partisi temsilcileri ile Doğu halklarının delegelerinin farklılıklarının sergilendiği bir meydandır sanki Kurultay.

Pavloviç’in Doğu dünyasında henüz bir yazı dilinin bile bulunmadığı, milli kültür, üniversite, kütüphane, tiyatro gibi sorunlara vurgu yaptığı ve enternasyonal kültürle milli kültür arasında bağlar kurduğu konuşmasını delegelerin anladığını düşünmez Süreyya. “Mevzu biraz karışıktı. Ve bizim kılıçlarımızı çekip Kızıldeniz’e, Hint’e, Çin’e yürümemizle pek alakası yoktu ama, o sözlerine fasıla verdikçe, sayın delegeler, evvela sahneden gelen bir dalgayla, “Hurra”lar, “Yaşasın!”larla salonu çınlatıyorlardı. Demek, benim pek anlamadığım bu tezi, onlar iyice anlıyorlardı.” (Aydemir, sf. 189)

Aydemir’in çizdiği bu tablonun iki yönüne dikkat çekmek gerekir. Birincisi, Doğulu delegelerin olayın heyecanına kapılmaları ve olan bitenin aslında çok farkında olmamalarıdır. İkincisi ise, Kurultay yöneticisi Bolşevik önderlerin Sovyet planları ile komünist samimiyetleri arasında kalmaları ve bir denge tutturma çabalarıdır. Burada Türkiye tarafını temsil eden delegelerin Kurultayı dikkat ve ciddiyetle takip ettiklerini belirtmek gerekiyor. Zinovyev, Radek, Pavloviç ve Bela Kun gibi kurultayın önderleri pozisyonunda olan kişiler içinde bu ciddiyeti görürüz. Bu kişilerin Yahudi kimliği Aydemir ve A. Battal Taymas tarafından vurgulanmıştır. Taymas şöyle diyor: “Kaderin acı bir alayı olmak üzere Şark milletleri kongresinde baş aktör rolünü dört Yahudi oynamış, kongreyi baştan sonuna kadar onlar idare etmişti.” (Taymas, sf. 84) Yahudi vurgusu şüpheci ve olumsuz bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Aslında, Yahudi figürünün evrensel yönü, vatansızlığı, şovenizme olan mesafesi milletler hapishanesi denilen Rusya’da Doğu halkları ile buluşmanın, çeşitli milletlerle ilişki kurmanın akıllıca bir yoluydu, belki de.

Zinovyev uzun başlangıç konuşmasında kurultayın amacını açıklıkla ortaya koymuştur. Radek ve Pavloviç’in konuşmaları da dünya siyaseti, Doğu halklarının durumu, yapılması gerekenler hakkında önemli tezlerin bulunduğu konuşmalardır. Halkların özellikle Türk ve Müslüman halkların özerklik, bağımsızlık talepleri ile Bolşeviklerin devrimci yönetimler kurmak isteği, kurultayın temel tartışmasıdır aslında. Yönetimin önceden hazırladığı raporlar, direktifler arasında esas mesele budur. Dolayısıyla, Türk tarafının tavrı önemlidir. Türkiye hakkında çok sık değerlendirmelerde bulunulmuştur. Zinovyev’in samimiyet vurgusu yapması bu sebeplidir.

Zinovyev’in uzun açılış konuşmasındaki bazı dikkatleri ve vurguları aktarmak gerekiyor.

“Biz sadece komünist ilkelerine sempati duyanlara değil, partisizlere de çağrı yapıyoruz. (…) Türkiye örneğinde olduğu gibi, bize karşı olan grupları sabırla destekliyoruz. Sovyet hükümeti Kemal Paşa’dan desteklerini esirgemiyor. Onun yönettiği hareketin bir komünist hareket olmadığını unutmuyoruz. İngiliz hükümetine karşı sürdürülen her devrimci kavgayı desteklemeye hazır olduğumuzu söylüyoruz.” (Bakü/1920 Belgeler, s.49-50)

“Kemal Paşa hükümetinin Türkiye’de padişahın iktidarını yaşatmaya çalıştığını söylemek zorundayız. Dinî inanışları ve yargıları ne olursa olsun, aslında böyle yapmamalıydı. İleriye bakmalı, geçmişi tekrar geri getirmeye uğraşmamalıydı. İnanıyoruz ki sultanların son saati de gelecektir.” (…) “Ulusal ve demokratik Türk hareketini destekliyorum. Türkiye’nin, İran’ın ve doğunun ezilen köylülerini, bütün zenginlere ve baskıcı unsurlara karşı verilen kavgaya çağırmayı kendime kutsal bir ödev sayarım. Aynı zamanda, onlara bu insanların ekonomik eşitliğe, emekçilerin kardeşçe birliğine ihtiyacı olduğuna dair gerçeği öğretmeyi kendime bir ödev biliyorum.” (…) “Doğuda başlayan inkılabın büyük manası, İngiliz emperyalistlerinden ayaklarını masanın altından çekmelerini dilemek ve ondan sonra Türkiye zenginlerinden de kendi ayaklarını masaüstüne canları istediği gibi koymalarını rica etmek değildir. Biz dünya zenginlerinden kirli ayaklarını masadan çekmelerini diliyoruz. Bizim arzumuz şudur: Bizi lüks, şarlatanlık, halkla alay, boşboğazlık sürüklemesin. Dünyayı çalışan adamın nasırlı elleri idare etsin.” (…) “İslam ittihatçılığı, müsavatçılık … bütün bu akıntılar bizim akıntımız değildir.” (…) “Biz sizden hiçbir şey gizlemiyoruz, size diyorum ki şimdi önümüzdeki vazifemiz Fransa ve İngiliz sermayedarlarının aleyhine gerçek cihat açmaktır.” (…) “Şimdi bu saatte, Hint mazlum halkı İngiliz generallerinin baskıcı eli altında tam yedi cephede İngiliz kapitali için savaşmaktadırlar. İstanbul’da, Arabistan’da, el Cezire’de, Mısır’da, Filistin’de, Kuzeydoğu İran’da ve Batı İran’da. Yoldaşlar, bizim mazur ve mazlum sınıfımızın felaketi, belası, yani bundadır. İngilizler, Hintliyi boğazından tutuyorlar, subaylarını eğlendirmek için karnı üstünde süründürüyorlar.” (…) “Yoldaşlar, son senelerde cihattan çok söylendi. 1914-1916 yıllarında bahsedilen Mukaddes Cihat, acayip ve tuhaf bir yalandı. Fakat şimdi siz ilk defa Doğu Milletlerinin Kurultayı’na yetiştiniz. Asıl ‘mukaddes cihat’ı İngiliz ve Fransa kapitali aleyhine ilan etmelisiniz.” (…)

“Yoldaşlar! Kardeşler! Soygunculara ve zalimlere karşı açılacak gerçek kutsal halk savaşının hazırlığına başlamak anı gelip çatmıştır. Bugün Komünist Enternasyonal’i, Doğu milletlerine müracaat ediyor ve onlara şöyle hitap ediyor: Kardeşler! Biz sizi önce İngiliz emperyalizmi aleyhine kutsal savaşa davet ediyoruz.” (Alkış tufanı ve uzun müddet hurra haykırışları.) Kurultay delegeleri yerlerinden kalkıyorlar ve silahlarını çekiyorlar. Konuşmacı uzun süre sözüne devam edemiyor, delegelerin geneli ayakta alkışlıyorlar. (Bakü/1920, Belgeler)

Zinovyev, Radek, Pavloviç, Bela-Kun’un konuşmaları dışında en önemli iki konuşma, Enver Paşa ve İbrahim Tali’nin bildirileridir. Enver Paşa ve çevresi ile İbrahim Tali ve Ankara Hükümeti’nin Bolşeviklere bir teminatı ve bu iki çizginin Bolşevikliğe dair görüşlerini ortaya koyar. Enver Paşa, tarihsel pozisyonunu devrimci yönetimin bakış açısıyla ve Çarlık Rusya’sı ile emperyalist devletlerin paylaşım planlarına karşı mücadele etmek şeklinde tarif ediyor. İbrahim Tali, millî mücadelenin haklılığına vurgu yaparak tarafların vaziyetini ortaya koyuyor. Mücadelenin devrimci bir nitelik kazanması yönündeki imkânlardan bahsetmesi, Bolşeviklere bir iyi niyet gösterisidir.

Bakü Kurultayı ile ilgili değerlendirmeyi, kurultayın coşkulu havası içinde yapmak kolay değildir. Dolayısıyla, kurultaydan sonraki gelişmeler ve değerlendirme raporları, mektuplar ve gazete yazıları daha sağlıklı bir değerlendirme sağlayabilir. Radek Pravda gazetesine yazdığı 19 Eylül 1920 tarihli yazıda, kurultaya dair izlenimlerini ve değerlendirmesini aktarmıştır. Kurultayın umutlarını aştığını belirtiyor. Cihat çağrısına karşı Doğulu delegelerin ayağı fırlayıp tabancalarını, kamalarını, kılıçlarını çekerek gösterdikleri coşku, bu umudun kaynağıdır. Doğunun öncü gücünün kökleri doğuda olan insanlar olduğunu belirten Radek, oturumlar sırasında birçok delegenin seccadelerini serip namaz kıldıklarını, prezidyum üyelerinin bile tesbihlerini ellerinden bırakmadıklarını söylüyor.

Radek, Türk coğrafyasına karşı geliştirilecek yaklaşımda, bunun Çarlık Taşkent’çilerinin sömürü politikalarının bir devamı olmadığını kanıtlayan bir yol bulmalıyız diyor. Aksi takdirde, bütün bu propagandaların boş olacağını belirtiyor. Sovyet Rusya temsilcilerinin de kurultaydan birçok ders ve deneyim edindiklerini, Doğu ile ilişkinin samimiyetle yapılması gerektiğini vurguluyor.

Radek, kurultaydan sonraki olumsuz gelişmeleri ve ikinci bir kurultayın yapılamamasının tohumlarını görmüştür, sanki. “Kurultaydan namuslu yoldaşlarımızın aptallıkları ve hâlâ saflarımıza asılan bazılarının sömürgecilik eğilimleri yüzünden, Doğu halklarının uyandırılması gibi yüksek bir görevin yozlaştırılmasına izin vermemeye azmetmiş olarak döndük.” (Bakü 1920/Belgeler, sf. 287-288)

Enver Paşa’nın değerlendirmesi de Radek gibi hem umudu hem bazı çekinceleri barındırıyor. 8 Eylül’de Bakü’de yapılan büyük törenlerden sonra Komintern temsilcileri Enver Paşa’yı yanlarına alarak Moskova’ya hareket ettiler. Yolculuk oldukça eziyetliydi. Enver Paşa, 29 Eylül’de Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği mektupta Kurultay ile ilgili değerlendirmelerini yazmıştır. Türk ve Müslüman delegelerin kendisine ve Türkiye’ye yönelik ilgi ve sevgisinden memnun olduğunu, bu durumun komünistleri düşündürdüğünü ve Müslüman birliğinin komünizmle elde edilemeyeceğini anladıklarını belirtmiştir. Azerbaycan, Türkistan, Hive ve Dağıstan’da Müslümanlara verilen istiklalin, idarede Müslümanların olmaması sebebiyle, milletlerin inkişafına hizmet etmeyeceğini söylüyor. Anadolu’ya yapılacak Sovyet yardımının ciddi olmadığını belirterek para sıkıntısını gidermek için masrafların azaltılması ve idarenin basitleştirilmesi gerektiğini tavsiye ediyor. Enver Paşa, Bakü kurultayından memnuniyetini belirtmiş ve bu kanaatini Kazım Karabekir’e de yazmıştır. (Aslan, sf. 269) Enver Paşa ve çevresinin Kurultay ile ilgili esas ve geniş değerlendirmesi Küçük Talat ve Nail Beylerin ve Hafız Mehmet Bey’in raporlarıdır. Küçük Talat ve Nail Beylerin 21 Ekim 1920 tarihli raporunda önemli tespitler vardır ve öyle görünüyor ki Mustafa Kemal Paşa’nın daha sonra izleyeceği politikalarda etkili olmuştur.

Bolşevik liderler, bu tavsiyelere uymak şöyle dursun, Müslümanları Komünist Enternasyonal’in organlarından, Halkların Dış İşleri Komiserliği’nden ve Müslüman çevreleri dışındaki bütün siyasal faaliyetlerden uzak tuttular. Rus Komünist Partisi ile Türkiye, İran ve Arap ülkelerindeki yerel komünist örgütlerle ilişkiyi Rus ve Avrupalı komünistler sağlıyordu.

Raporda kurultayın mahiyet ve manasının iki noktada toplandığını belirtiyorlar. Birisi, coşkulu bir gösteriyle Batı proletaryası üzerinde etki yaratmak, diğeri ise şarkta Sovyet düzeninin/teşkilatının tatbikine zemin hazırlamak. Kongre idaresinin Zinovyev, Radek ve Bela Kun’un kontrolünde olması, ‘garpta inkılap şarkta milli mübareze’ şiarı ile 3. Enternasyonal ve Rus Komünist Partisi’nin temayülü arasında bir tenakuz tespit ediyorlar. Bakü’ye koşup gelen delegelerin bu gösteri ile tatmin olmadıklarını, hayal kırıklığına uğradıklarını belirtiyorlar. Radek’in şarkta müstemlekecilik siyasetini hiçbir şekilde yapmayacakları beyanını ise, kongrenin vekil olarak ittihap ettiği 47 kişilik bir heyet arasından, ayrıca komünistlerden ibaret bir yönetim oluşturması ve bunların vazifesinin şarkta Sovyet teşkilatını tatbikten ibaret bulunması kongreden beklenen faydanın akamete uğrattığını belirterek, samimi bulmuyorlar. Türkiye’de komünizmin usulünün tatbikinin hayat ve hakikate uygun düşmeyeceğini belirtikten sonra, yine de buradan pek çok manevi faideler alındığını söylüyorlar. Komünizmin Türkiye’de tatbikinin önündeki engelleri şöyle belirtiyorlar: “Türkiye gibi henüz burjuvazi devri saltanatının iptidai inkişafında bulunan, her türlü teknikten imar ve vesait-i medeniyeden, iktisadi ve içtimai teşkilattan mahrum bir ülkede, mülkiyeti şahsiyenin ilgâsı, servetin millileşmesi, toprağın içtimaileştirilmesi, iktisadın temerküz ettirilmesi, (…) din ve milliyet meselesinin ihmal edilmesi (…) ve ilh. gibi çok mühim ve şayanı nazar esasatın bir hamlede tatbiki şüphesiz gayrı mümkündür.” Türkiye Komünist Teşkilatı ile ilgili olumsuz kanaatlerini bildiriyorlar. Komünizmin bugünkü halimizde “hiçbir lüzumu acil ve kat’i” olmadığını, üstelik, Moskova’nın doğrudan böyle bir talebi bulunmadığını belirterek, Türkiye’de sol bir hareketin kurulmasının şart olduğunu vurguluyorlar. Sovyet Rusya’nın yardımını sağlamak için Bolşeviklerle ilişkiyi kuracak kişilerin belirlenmesi gerektiğini, her önüne gelenin Anadolu namına münasebetlere girmesinin sakıncalarını belirterek, Memduh Şevket Bey’in Bakü’ye tayinini şükran ile karşılıyorlar. Diğer yandan, halkçı bir politika izlemenin bugünkü kritik süreçte önemli olduğunu belirtiyorlar. (Aslan, sf. 285-292)

Rapor yazan diğer bir kişi Hafız Mehmet Bey’dir. Enver Paşa’ya çok yakındır. Enver Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği mektupta kongre hakkında geniş malumatı Hafız Mehmet Bey’in vereceğini yazmıştı. Küçük Talat ve Nail Beylerin raporları ile beraber onunki de Enver Paşa çevresinin görüşünü yansıtır. Mehmet Bey, Enver Paşa’ya ilginin altını özellikle vurgulamıştır. Bolşeviklerin Enver’in idaresinin ayakta kalması için, özellikle tabiiyetlerindeki Türklere dayanmak istediklerini, bunun için de Enver’i istihdam etme zaruretini hissettiklerini vurgulayan Mehmet Bey, Mustafa Suphi’nin Enver Paşa’ya gösterdiği tepkiden rahatsızdır. Mustafa Suphi ve Fuat Sabit gibi maceracılar ile haberleşmeye son verilmesini önermektedir. (Aslan, sf. 298-299)

Bakü kurultayından sonraki gelişmeler ikinci bir Doğu Halkları Kurultayı’nın neden yapılamadığını göstermesi bakımından önemlidir. Bolşevik yöneticilerin Müslüman yoldaşlarını kendileri ile eşit görmeleri kısa bir atılım süreci ile sınırlıdır. Doğu Halkları Kurultayı, bunun için önemli bir imkândı, fakat ikincisi gelmedi. 1923 yılında en üst düzeye çıkan gerilim aslında kurultaydan hemen sonraki yıllarda başlamıştı. 1923 yılında Müslüman komünist milliyetçilerinin Stalin’e karşı gelmeleri feci bir bunalımla sona erdi. Müslümanları batılı devletlere karşı bir “korkuluk” olarak gören anlayış, Bakü kurultayındaki imkân ve potansiyeli heba etmiştir. Oysa, Müslüman ve Türklerin beyaz ordu ile yapılan savaşta önemli yararları olmuştu. Kolçak’ı yenen ve Orta Asya’yı işgal eden General Firuze’nin komuta ettiği beşinci Kızıl Ordu’daki asker ve subayların yüzde kırkından fazlasını Tatarlar ve Başkırtlar oluşturuyordu (Wimbush, sf. 310). Bu ve benzeri yararlılıkları sebebiyle, Müslümanlar yüksek kademelerde görev alabildiler. Fakat, Müslüman liderler, komünistlerin siyasal ve askeri stratejisinde ve Sovyet hakimiyetinin İslam dünyasındaki karar verme organlarında yer almak istiyorlardı. Her seferinde reddedildiler. 1920 yılında adını açıklamayan bir Müslüman komünist yayınladığı bildiride şöyle diyordu:

“Doğuda tek başına dalgalanan Rus Komünist Partisi’nin bayrağı altında, biz zaten başarısızlığa mahkûm edilmiş bulunuyoruz. Çünkü düşmanlarımız bizi eski Rus emperyalizminin halefleri olarak suçlamaktadırlar. Devrimin doğuya, Doğulu ve Müslüman komünistleri tarafından getirilmesi gerekir.” (Wimbush, sf. 311)

Bolşevik liderler, bu tavsiyelere uymak şöyle dursun, Müslümanları Komünist Enternasyonal’in organlarından, Halkların Dış İşleri Komiserliği’nden ve Müslüman çevreleri dışındaki bütün siyasal faaliyetlerden uzak tuttular. Rus Komünist Partisi ile Türkiye, İran ve Arap ülkelerindeki yerel komünist örgütlerle ilişkiyi Rus ve Avrupalı komünistler sağlıyordu. Zaten, Galiyev daha 1919 gibi erken bir tarihte Bolşeviklerin İslam aleyhtarı bir yola girdiklerini tespit etmişti:

“Devrimin gelişimindeki yön yanlış seçilmiştir. Neredeyse bütün dikkatler batıya yönelmiştir. 1,5 milyarlık nüfusu ile Batı Avrupa burjuvazisi altında inleyen Doğu, neredeyse unutulmuş gibidir… Doğudaki gerçeklerin bilinmemesi ve doğunun sorunlarından korkulduğu için, uluslararası devrimde doğunun yer alması görüşü, bilinçli olarak reddedilmiştir.”

Sultan Galiyev’e göre, devrimin korları sönmüş ocağı olan Avrupa’dan Asya’ya geçirilmesi teorisine, Bolşevik yöneticilerin neden katılmadıklarını anlamak hiç de zor değildir. Devrimin yönünün bu şekilde değiştirilmesi, Rusları komünist hareketindeki liderlik koltuğundan indirecek, dünya devriminin başkentini Moskova yerine Kazan, Taşkent veya Semerkant yapacaktı. (Wimbush, s.311-312)

1920’lerin sonlarına doğru Sovyetler Orta Doğu’dan elini çekmeye başladı. Bu, Bakü kurultayının hemen sonrasıdır. 1921 Eylül’ünde Sovyet birlikleri Gilan’ı boşalttı ve 1921 Ocak’ında Trabzon’da yeni kurulmuş Türkiye Komünist Partisi’nin önderleri katledildi. 1923’te ise Müslüman milliyetçi komünistlerin tasfiyesine geçildi. 15 yıl kadar bu tasfiye neredeyse ihtilal öncesindeki Müslüman aydınlarının tümünü ortadan kaldırmak noktasına gelmişti (Wimbush, s. 314)

Sovyetlerin Türk tarafıyla kurduğu ilişki pragmatiktir. Enver Paşa veya Mustafa Kemal Paşa tercihleri henüz netleşmemiştir. Enver Paşa’nın Ankara’dan habersiz bazı plan ve çalışmaları vardır. Anadolu’da kendi teşkilatını geliştirmek istiyordu. “Mesai” adında Bolşevik esaslar çerçevesinde düzenlenen bir program, Küçük Talat ve Nail Beyler tarafından Anadolu’ya getirilmiş, Trabzon’da basılarak dağıtılmıştır. Bu faaliyetlerden Ankara’nın haberi yoktu. Sovyet hükümeti ise Enver Paşa’yı yanından ayırmıyor, fakat bir yandan Türkiye ile ilgili kullanmak istiyordu. Sovyetler, Sakarya zaferine kadar Türk ordusunun başarısızlığa uğrayıp Ankara’nın batılı emperyalistlerle uzlaşma ihtimaline karşı Enver Paşa’yı tutuyorlardı. 28 Temmuz 1921 günü Türk ordusunun Sakarya Nehri’ne geri çekilmesinin 3. günü Çiçerin Moskova’da Enver Paşa’yı kabul etti. Bu görüşmeden iki gün sonra Enver Moskova’dan Batum’a hareket etti, yanında Doktor Nazım, Doktor Yüzbaşı Faik ve Hikmet Bey bulunuyordu. Halil Paşa da gelmişti. 13 Eylül’de Türk ordusunun zaferi, Enver Paşa için Anadolu planlarının bitmesi anlamına geliyordu. Ekim ayında Türkistan’a geçti, Basmacılar hareketine katılarak şehit oldu. Doğu Halkları Kurultayı’na katılan ve önemli yerleri olan iki kişinin, Enver Paşa ve Mustafa Suphi’nin ölümleri trajiktir. Mustafa Suphi’nin katlinde kimlerin sorumlu olduğu hâlâ tartışılmakla beraber, Sovyetlerin ilgisiz kaldığını belirtmek gerekiyor.

Egemenler, tarih boyunca aleni gerçeği, yani insanlığın ezeli birliğini yadsımaya çalışmış, üstünlükçü iddialar öne sürmüşlerdir. Siyahların, beyaz kadınlarla, Yahudilerin, Ari ırka mensup kadınlarla birleşmemesi için korkunç kanunlar koymuşlardır. Hâkim sınıftan bir kadının, emekçi sınıftan bir erkekle evlenmemeli; hele ondan çocuk sahibi olmayı aklından bile geçirmemelidir. İnsanlığın birliği ilkesi, bütün çeşitlilikleri ve kültürleri ile özgürleşmenin temelidir.

Sonuçlar

1. Doğu Halkları Kurultayı tecrübesi, sömürgecilik karşıtı Marksizm’in anti-kolonyal mücadelelere katkısı bakımından da önemlidir. Marksizm’in sözde Avrupa merkezciliğine bir cevaptır aynı zamanda. Sömürge halkları Sovyet devriminde önemli roller oynadılar. İşte Bakü Kurultayı, tarihte benzeri olmayan çeşitliliğiyle bunların sergilendiği bir tarihsel tecrübeyi ve mirası temsil ediyor. İnsanlığın ilk Sosyalist deneyimi için hem bir imkân hem de bir sınavdı. İkinci bir Doğu Halkları Kurultayı toplanamamış, kurultaydan bir sonuç alınamamış olsa da tarihsel mirası önemlidir. Komünizmin totaliter veya özgürlükçü boyutlarının daha doğru deyişle bu ikisinden hangi yolu tercih edeceğinin bir sergilenişi olmuştur. Hiyerarşik, görevlerin önceden belirlendiği, insani potansiyele ve özgürlüğe imkân tanımayan, kalkınmasalcılığa dayalı totaliter anlayış ile komünizmin esas temeli olan insani potansiyelin gelişimi, antagonistik olarak bölünmüş dehşet verici iş bölümüne son verme ve herkesin herkesle eşitliği anlayışının bir karşılaşmasıdır. Sartre, şayet insanlığın komünizmi gerçekleştirmeye kadir olmadığı ortaya çıkarsa, insan türü yok olduktan sonra onun karıncalardan daha fazla dikkate değer olmadığı ve daha fazla önem arz etmediği söylenebilir demişti. Ne demek istediği, Badiou’ya göre şöyledir: Karıncaların kolektif hiyerarşik ekonomisi despotik örgütlenme modeli olarak bilinir. “Eğer insanlık tarihini, insanlığın kendi temel birliği seviyesinde bir toplumsal örgütlenme yaratmak, yani birleşmiş tür olarak kendi kendisini olumlama bilincini üretmek zorunda olduğu ve bunu yapabileceği fikriyle öne çıkarırsak, o zaman bu girişimin tümden başarısız olması, insanlığı, diğer hayvanlar gibi bir hayvan figürü, başka bir deyişle, hayatta kalmak için mücadele eden bireylerin rekabeti ve en güçlülerin zaferi yasasının hakimiyeti altında olmaya devam eden bir hayvan figürü derekesine düşürür tekrar.” (Badiou, sf. 22)

Egemenler, tarih boyunca aleni gerçeği, yani insanlığın ezeli birliğini yadsımaya çalışmış, üstünlükçü iddialar öne sürmüşlerdir. Siyahların, beyaz kadınlarla, Yahudilerin, Ari ırka mensup kadınlarla birleşmemesi için korkunç kanunlar koymuşlardır. Hâkim sınıftan bir kadının, emekçi sınıftan bir erkekle evlenmemeli; hele ondan çocuk sahibi olmayı aklından bile geçirmemelidir. İnsanlığın birliği ilkesi, bütün çeşitlilikleri ve kültürleri ile özgürleşmenin temelidir. Doğu halkları kurultayı, birçok milletin etnik ve dinÎ grubunun, renklerinin bir aradalığıyla, bu bakımdan da benzersiz bir tarihsel mirastır.

2. Doğu halkları kurultayı en başta Bolşevikler ve Türkler için önemliydi. Dolayısıyla, Türkiye ve Rusya’nın doğu-batı meselesindeki pozisyonu, tarihsel rolü ve potansiyeli tartışılmalıdır. Moğol boyunduruğunda uzun süre batıdan tecrit olan Ruslar, tarihsel olarak batıyı Moğol istilasından koruyan bir sur görevini yerine getirmişlerdir. Bizans dışında Ortodoksluğun temsilcisi olarak Tatarları alt etmeyi başarması, Hazar Denizi’nin kuzeyindeki yolu kapatmakla kalmayarak Güney yolunu da engelleyerek Osmanlı’ya sekte vuracaktır. Rusya’nın Tatarlara ve Orta Asya halklarına karşı savaşı, batının doğuya karşı savaşıdır. Ruslar, Doğu Cephesi’nin lideri olan Osmanlı ile karşı karşıya gelmiştir. Türkler de benzer şekilde doğunun ve İslam dünyasının koruyucusu olmuştur. Ancak, 19. yüzyılda Rus modernleşmesi, batının yeniden örgütlenmesinde evrensel bir rol oynamaya yönelik iken, son dönem Osmanlı reformları, batı karşısında gerileyişin ve batı ittifakı içinde arayışın ürünüdür.

Slavlar üzerine Avrupa’daki romantik milliyetçiler ve solcular pek çok düşünce öne sürdüler. 1848 ayaklanmasına katılan anarşist Ernest Corderoy, Avrupa’ya hürriyetin değerini öğretecek bir Slav hakimiyetinin gerekli olduğunu, Avrupa’nın dinamizmini yitirdiğini, dünya hakimiyetinin Ruslara ve Amerikalılara geçeceğini ileri sürmüştür. Bu müthiş isabetli öngörüye göre, Amerika bireysel özgürlüğü, Slavlar ise insani dayanışmayı, yani sosyalizmi temsil edeceklerdi. 19. yüzyılda Avrupa’da, Ruslarla ilgili beklentilerle Rusların evrensel idealleri arasında bir uyum vardır. Osmanlı ise Avrupa’nın dışına itilmiştir. Osmanlı batıcıları bir kazanç elde edememiştir. Rusya’da, batıcı-slavcı kavgası bile ortak idealler temelindedir. Güneş Ayas’a göre, Rusya’da kimlik tanımlamasının seyri, Ortodoksluk, 3. Roma, Slavların kurtarıcısı, Avrupa’nın kurtarıcısı ve nihayet Sovyet döneminde insanlığın kurtarıcısı şeklinde sürekli genişleyen bir halkadır. Osmanlı-Türk modernleşmesinde ise, her yeni kimlik dönüşümü, dünya görüşünün daha da sınırlanması istikametinde gerçekleşmiştir. (Ayas, sf. 219)

Rusya’nın yüzünü nereye çevireceği her zaman güncellik kazanan bir meseledir. Christian F. Wehrshutz’dan öğrendiğimize göre, Oswald Spengler bunu pseydomorfoz olarak tarif ediyor. Çünkü ona göre, Rusya Bizans’tan Tatar egemenliğine, oradan büyük Petro’nun batıya yönelişi ve Orta Avrupa Marksizm’ini devralışı sonrasında dahi hiçbir zaman kendi öz kültürel kimliğini bulamamıştır. Rusya, sadece doğu ile batı arasında değil, aynı zamanda antik kültür ile Arap kültürü arasında, gelecekte geçmiş arasında, yani iki dünya arasında bulunuyor. Doğuştan sahip olduğu bir kimliği yoktur. (Wehrschutz, sf. 24)

Doğu-batı karşılaşmasında Türkler ve Ruslar, iki zıt rolü yerine getirdiler. Cihan Harbi Türkler ve Ruslar için yeni başlangıç ve birliktelikler yarattı. Bir an için Paris Antlaşmasında Çarlık Rusya’sının masada olduğunu düşünelim. Payına düşen neydi? Boğazlar ve İstanbul. Rus Devrimi Çarlık Rusya’sının Avrupa siyasetinde merkezî bir yer işgal etme ve Batı’nın öncü gücü olma hedefini doğu halklarını da kapsayan insanlığı kurtarma misyonuna dönüştürdü. Niyetleri, süreç içinde yapılan hatalar vb. ne olursa olsun devrim doğu halkları ve özellikle Türkler için bir imkândı, farklı milletlerin bir amaç etrafında birlikteliğinin yoluydu. Kurultay ve esasen ikinci bir kurultayın toplanmaması henüz genç olan ve totaliter boyuta gelmeyen Rus Devrimi için bir testti. İngiltere ile anlaşmalarla devrimlerden vazgeçilmesi, Türk coğrafyasında kontrolcü bir mantığın hâkim olması, Mustafa Suphi’nin katledilmesine karşı duyarsızlık, Enver Paşa’nın ölümü, Türk ve Müslüman kökenlilerin tasfiyesi ve Lenin’in ölümünden sonra iyice artan baskılar, tasfiyeler bu sınavın verilmediğinin işaretleri. Yine de Doğu Halkları Kurultayı doğu dünyası açısından tecrübelerle dolu önemli ve eşsiz bir miras olmayı sürdürüyor. Rusya’nın ve Türkiye’nin tarihsel ve güncel imkânları doğu halkları açısından önemini koruyor.

Rusya, Avrupa ile yaşadığı kimlik problemine rağmen, Batı için hem sorunu hem de muhtemel çözümü ifade etmiştir. Ayas’ın demesi ile, “Nasıl ki Cermenler hem Roma’yı yıkıp hem de onlara yaptıkları “barbar aşısı” ile Roma İmparatorluğu’nu yeniden diriltecek çekirdeği yaratmışlarsa, Ruslar da kimi zaman Avrupa’nın “kapıda bekleyen barbarı” kiminin zamanında kurtarıcısı olarak görülmüştür.” (Ayas, sf. 216)

Türkler her zaman tarihsel bir rolle anılmışlar ve hâkimi oldukları halkların problemlerini üzerlerine almışlardır. Osmanlı İmparatorluğu, Hristiyan ve Yahudilerin can ve mal güvenliğini sağlamıştır. Avrupa’nın kapısında bekleyen fakat içeriye bir türlü dahil edilemeyen Türkler, boğazların koruyucusu ve bugün mülteci krizinde Avrupa’nın en önemli yardımcısı konumundadır.

Rusya ve Türkiye, doğu ile batı arasında yeni yönetimlere ve birlikteliklere gebe iki ülkedir. Rusya nedir ve Avrupa ile ilişkileri nasıl olmalıdır sorusu Rus düşüncesinde her zaman tartışılmıştır. Nikolay Bardayev’e göre 1874-1928 arasında Ruslar, Batı halklarını huzursuzluğa sevk eden bir halktır. Kutuplaşmanın ve aykırılığın derecesine göre Rus halkı, sadece Yahudi halkı ile karşılaştırılabilir. İki halkın da Mesih bilincinden güçlü bir şekilde etkilenmiş olması tesadüfi değildir. Rus ruhunun çelişkili olması ve karmaşıklığı Rusya’da, dünya tarihinin iki kutbunun Doğu-Batı çarpışması ve karşılıklı etkileşim içine girmesiyle ilişkilendirilebilir. Bu fark ne tam Avrupalı ne de tam Asyalıdır. Rusya, dünyanın bütünlüklü doğu-batı diye ayrılamaz bir parçasıdır. Bir devasa Doğu-Batıdır; o iki dünyayı birleştirir ve Rus ruhunda birbiriyle çatışmadaki iki prensip, batılı ve doğulu, sürekli bulunurlar. Bu tespitler bir yönüyle Türkler ve Türkiye için de geçerli değil mi?

Bütün bunlardan yola çıkarak, Türkiye ve Rusya, imkânları ve arayışları ile doğu-batı ve özellikle Asya’nın demokratikleşmesi meselesinde tarihsel birikimleri, coğrafi ve diğer potansiyelleri sebebiyle kritik bir rolü temsil ediyorlar. Günümüzde krizin içinde, savaşın eşiğinde olduğumuz belirsiz ve şiddet dolu bir zamanda, Türkiye ve Rusya’nın demokratik ve özgürlükçü bir yönelimi, doğu halkları ve özellikle Türk coğrafyası bakımından yaşamsal önemdedir.

Bugün, ülkesizleştirme ve göçmen/mülteci sorunu, insanların kitleler halinde güvenli bölgelere doğru yürüyüşüne sebep olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan güvenli bölgeler ve geri kalan yerlerin güvensizlik içinde kalması şeması, insanlığın kaldıramayacağı bir noktaya gelmiştir. Herkesin ülkesinde hür ve refah içinde yaşadığı bir düzen için Asya’da demokrasi, insanlığın geleceği açısından da çok önemlidir.

Kaynakların uluslararası oligarşi tarafından yağması ve insansız, kontrolcü otoriter bir düzen olarak Çin modelinin yükselmesi, bunu daha da yaşamsal hale getirmiştir. Sonuç olarak, Bakü Kurultayı’nın mirası ve tecrübesi değerlendirilerek, özgürleşmeci bir temelde ikinci bir Doğu Halkları Kurultayı’nın gerekçeleri ve zemini vardır.

Kaynakça:

  1. Abidin Nesimi, Türkiye Komünist Partisinde Anılar/Anılar ve Değerlendirmeler 1909-1949, Nöbetçi Yayınları, İstanbul.
  2. Kolektif, Bakü 1920/ Birinci Doğu Halkları Kurultayı (Belgeleri), Koral Yayınları, İstanbul.
  3. Alain Badiou, Pedrograd’dan Şanghay’a 20. Yüzyılın İki Devrimi, Vakıfbank Kültür Yayınları, İstanbul.
  4. Aclan Sayılgan, SSCB ve Sultan Galiyev, Mars Matbaası, 1966, Ankara.
  5. Jacques Pauwels, Büyük Sınıf Savaşı 1914-1918, Yordam Kitap, İstanbul.
  6. Nevzat Köseoğlu, Şehit Enver Paşa, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
  7. Ed.: S. Enders Wimbush, Stratejik Açıdan Sovyet Müslümanları ve Diğer Azınlıklar, Yeni Forum Yayınları, 1988, Ankara.
  8. Sean McMeekin, Osmanlı’da Son Fasıl/ Savaş Devrim ve Ortadoğu’nun Şekillenişi 1908-1923, YKY Yayınları, İstanbul.
  9. Güneş Ayaş, “Toplumlar Arası İlişkilerde Rol Farklılığı Çerçevesinde Rus ve Türk Modernleşmesine Mukayeseli Bir Bakış”, Ed: Ertan Eğribel ve Ufuk Özcan, Sosyoloji Yıllığı, Sayı 22: Türkiye’de Modernleşme, Doğu Kitabevi, İstanbul.
  10. Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi, İstanbul.
  11. Yalçın Küçük, Sırlar, YGS Yayınları, İstanbul.
  12. Yavuz Aslan, Birinci Doğu Halkları Kurultayı (1-7 Eylül 1920-Bakü), Kaynak Yayınları, İstanbul.
  13. Vincent Monteil, Sovyet Müslümanları, Pınar Yayınları, İstanbul
  14. Abdullah Battal Taymas, Ben Bir Işık Arıyordum, Tan Gazetesi ve Matbaası, 1962, İstanbul.

[1] İmparatorluğu daha doğuya kaydırma projesi, bazı Britanyalı diplomatlar tarafından 19. yüzyılın başında düşünülüyor. Fakat 1877-1878 Türk-Rus Savaşı, batıda İstanbul’u ve doğuda İskenderun’u tehdit etmesiyle artık Osmanlı İmparatorluğunu sürdürmeyi anlamsız ve imkânsız hale getiriyordu. Bu ümitsiz durum, doğuya aktarma projelerini de itibarsızlaştırıyordu. Bu itibarsız projeye büyük bir temkinlilik ve çekingenlikle sahip çıkanların ilki Sultan Abdülhamit’tir. Hamit, Panislamist ve geriye kalan, Arap ve Kürt örneği, Türk olmayan Müslüman kavimlerin gururlarını okşamak koşuluyla Pan-turanist siyasetin Türkiye’deki babasıdır. Enver Paşa, Sultan Hamid’in Pan-turanist ve Panislamist politikasına büyük bir hırsla sahip çıkıyor; bu politika, imparatorluğa yeni bir coğrafya bulma politikasıdır. (Küçük, sf. 30-31)

[2] Roy, bundan hep ürkmüştür ve Enver Paşa’nın yazgısında önemli bir rolü vardır. Roy’un bu politikaya şiddetle karşı çıkması ve Lenin’le karşı karşıya gelmesi değişik açılardan düşünülebilir. Küçük’ün vurgusunu not düşmek gerekiyor:

“Türkler, Sırbistan’da, Elenler ülkesinde, İran ve Hindistan’da egemenlik ya da devlet kurdular, yöneten dinastileri belirlediler. Türklerin bu tarihle ilgili ideolojileri ne olursa olsun, bu ülkelerin halkları ve seçkinleri Türkleri tarihlerinin belli kesitlerinde egemenler olarak biliyorlar ve Türk seçkinlerinin aksine bunları unutmuyorlar. Normal saymak durumundayız. Fakat normal sayılmaması gereken, Türk seçkinlerinin, bu ülkelerin halk ve aydınlarının bilincinde sürekli bir Türk yayılmacılığı ürküntüsü olacağını ihmal etmeleridir. Enver, böyle bir ihmali çok ağır olarak ödeyenler arasındadır.” (Küçük, sf. 26-27)

[3] Zeki Velidi Togan, anılarını yazdığı zamanda Sovyet kolhozlarında çalışan “uysal” köylü akrabaları gibi olacağını kaydediyor ve ayrıldığına seviniyor. 1920 sonbaharında Lenin’e yazdığı mektupta ise şöyle söylüyor: “Böylece nihayet, okur-yazarsız, yalnız eşeği ile öküzünü ve bel küreğini bilen yerli köylü ile baş başa kalacaksınız.” (Küçük, sf. 40)

[4] Mustafa Kemal’i ve Bolşevikleri ayıran tek engel kuşatma altındaki Ermenistan Cumhuriyeti’ydi. Daşnaklar İngiliz ve Fransız desteğine bel bağlayarak sermayelerini Beyazların üstünlük kazanmasına yatırmışlardı. John Reed’in konuşması bu mesele bağlamında zekice ve politik bir açılımdır. Reed, ABD’nin mandası altındaki ülkelerden örnekler vererek, Ermenilerin ABD’ye olan ümitlerinin yersizliğini belirtiyor, enternasyonal ve kardeşlik vurgusunun önde olduğu toparlayıcı bir konuşma yapıyor. Reed, Doğu Halkları Kurultayı’nın bitişinden kırk gün sonra öldü. (17 Ekim 1920) Kurultay Reed’in son politik eylemi; konuşması belki de son konuşmasıdır. Son konuşmasını rengarenk, dillerin, kıyafetlerin, tesbihlerin, kılıçların, hançerlerin, sembollerin vb. dans ettiği halklara yaptı.

Yorum bırakın