Anti-emperyalizmin Güncel Anlamı

CEM SOMEL

Bu yazı anti-emperyalizm kavramının güncelliğini irdelemektedir.

Önce kavramın kökenine bakmakta fayda var.

Olay 16. yüzyıldan itibaren Portekizli, İspanyol, Hollandalı, İngiliz ve Fransız tüccarların Amerika, Asya ve Afrika kıtalarıyla Avrupa arasında ticaret ağları örmesiyle başladı. Aynı zamanda bu Avrupa devletleri denizaşırı kıtalarda koca koca bölgeler fethederek sömürge imparatorlukları kurdu. İngiltere’de sömürge edinme politikasına emperyalizm dendi.

Batı Avrupalı devletler Osmanlı Devleti, İran, Çin, Japonya ve Tayland gibi bazı ülkeleri fethedemedi. Ancak bu Avrupa devletleri yıkamadıkları devletleri, baskı ve tehditle, ekonomilerini Avrupalı tüccarlara açmağa zorladı. 19. yüzyılda bağımsızlığına kavuşan Latin Amerika ülkeleri de askeri tehdit altında ekonomilerini Avrupalı ve ABDli tüccarlara açmağa mecbur kaldı. Emperyalist ülkelerin tüccarları, ticaretle ve yatırımla, Asya’da ve Amerika’da şeklen bağımsız olan devletlerin ekonomilerini yarı-sömürgeye çevirdi.

Sonuçta 16. yüzyıl ile 19. yüzyıl arasında bütünleşik bir kapitalist dünya ekonomisi oluştu. Bu dünya ekonomisinde bazı mıntıkalarda çok sermaye birikti, bazı mıntıkalarda az sermaye birikti. Sermayenin çok biriktiği Batı, Orta ve Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika mıntıkaları sistemin merkezini oluşturdu. Diğer mıntıkalar sistemin çevresi oldu. Sistemde çevre bölgelerinden merkez bölgelerine büyük miktarlarda karşılıksız iktisadi kaynaklar aktarıldı.

Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde, emperyalist ülkelerle mevcut iktisadi ilişkilerden yararlanan sosyal gruplar vardı. Çevre ülkelerinin çoğunda bunlar büyük toprak sahipleri ve ithalat-ihracat yapan tüccarlardı. Berikileri Latin Amerikalılar komprador burjuvazi diye adlandırdı. Bu işbirlikçi sosyal gruplar, merkez ekonomileriyle ticari ilişkileri bozacak anti-emperyalist hareketlere karşı idi. Kompradorlara karşılık, çevre toplumlarında burjuvaların bir kısmı anti-emperyalist hareketleri destekliyordu. Bunlara millî burjuvazi dendi.

Sömürgelerde bağımsızlık mücadeleleri ve yarı-sömürgelerde emperyalist baskılara direnme mücadeleleri, ezilen ulusların emperyalist devletlere karşı duruşu görünümündeydi. Direnişleri, mazlum ulusların tahakkümcü uluslara karşı duruşu olarak okumak da mümkündü. Zira emperyalist devletlerin dış politikalarını genelde emekçi sınıfları da destekliyordu.

Edward Linley Sambourne’a ait bir karikatür. Cecil John Rhodes’un bir karikatürü, Cape Town’dan Kahire’ye kadar yapmayı planladığını söylediği demir yolu üzerine, antik dünyanın yedi harikasından biri kabul edilen Rodos heykeline (The Colossus of Rhodes) gönderme yapan bir çalışma. [Kaynak: Vikipedi (Punch Magazine, 1892)]

İkinci Dünya Savaşından sonra sömürgelerin çoğu bağımsızlığına kavuştu. ABD-SSCB rekabetinin sunduğu hareket serbestisiyle, çevre devletleri sanayileşmeğe girişti. Ancak ABD önderliğinde zengin Batı, Orta ve Kuzey Avrupa devletleri, çevre ülkelerine siyasi ve askerî müdahalelerde bulunmaya ve iktisat politikalarına karışmaya devam etti. Bu müdahale politikalarına emperyalizm denmeğe başladı. Anti-emperyalizm de gündemden düşmedi.

Bizim gibi ülkelerde yeni şekliyle emperyalizm sosyalistler için bir müşkülata yol açtı. Sermaye-servet sahiplerini iktidardan uzaklaştırıp adil bir düzen kurmak için, evvela vatanı emperyalizmin baskısından, nüfuzundan kurtarmak gerekmiyor muydu? Gerekiyor idiyse, anti-emperyalist mücadele ulusal bir karakter taşımayacak mıydı? Burjuva sınıfının ikili karakteri malum iken, bu sınıf anti-emperyalist cepheye dahil edilebilir miydi? Bu soru, 1930lu 1940lı yıllarda Çin’de ve Japonya’da tartışılmıştı. 1960lı ve 1970li yıllarda Türkiye’de TİP ile millî demokratik devrimciler bu soru üzerine çekişti. Ne var ki 1980li yıllarda tartışma kendiliğinden sona erdi.

SSCB’de reel sosyalizmin çözülmeğe yüz tutmasıyla, merkez ülkelerinde sermaye-servet sahibi sınıflar kendi ülkelerinde iktisat politikalarını değiştirdiler, refah devletini tasfiye etmeğe başladılar. Merkez devletleri baskıyla çevre devletlerini iktisat politikalarını değiştirmeğe, ulusal bir sanayi kurma hedefini terk etmeğe mecbur ettiler. Dünyada 19. yüzyıldakine benzer bir serbest ticaret ve serbest yatırım ortamı teşekkül etti.

İkinci Dünya Savaşından sonra sömürgelerin çoğu bağımsızlığına kavuştu. ABD-SSCB rekabetinin sunduğu hareket serbestisiyle, çevre devletleri sanayileşmeğe girişti. Ancak ABD önderliğinde zengin Batı, Orta ve Kuzey Avrupa devletleri, çevre ülkelerine siyasi ve askerî müdahalelerde bulunmaya ve iktisat politikalarına karışmaya devam etti. Bu müdahale politikalarına emperyalizm denmeğe başladı. Anti-emperyalizm de gündemden düşmedi.

Merkez ülkelerinde sanayici firmaların birçoğu, çevre ülkelerinde ucuz işgücünden yararlanmak amacıyla üretimini bu ülkelere aktardı. Çevre ülke burjuvaları da servetlerini merkez ülkelerinde saklayıp biriktirme hürriyetine kavuştu. Böylece çevre ülkelerinde ve merkez ülkelerinde sermaye-servet sahipleri arasında karşılıklı çıkar bağları gelişti. Çevre ülkelerinde millî burjuva denecek bir sosyal grup kalmadı. AKP ile CHP’nin birçok politik tercihi farklı olmasına rağmen bu partiler, Türkiye burjuvazisinin merkez ülke burjuvalarıyla çıkar bağlarını korumakta görüş birliği halindedir.

Bu durumda ulus kavramının anlamı ne olabilir? Şayet ulus kaderde-kıvançta-tasada ortaklaşan bir topluluk ise, çevre ülkelerinde ulus emekçilerden oluşur: İşçi, küçük esnaf-zanaatkâr, küçük çiftçi, dar gelirli memur. Ulusu sadece emekçilerin teşkil ettiğinin anlaşıl ması, uluslar arasında servet-sermaye sahibi sınıfların bütünleştiğinin anlaşılmasına bağlıdır. Sosyalistler ulus kavramını kullanacak ise, bunda ortak dil-ortak kültür unsurlarının geçersizliğini anlatmak, kaderi-kıvancı-tasası ortak olanların emekçiler olduğunu öne çıkarmaları gerekir.

Buna karşılık, büyük servet-sermaye sahiplerinin imalat faaliyetlerini istedikleri ülkede yapabilmesi, bir ülkeden diğerine kaydırabilmesi, bütün ülkelerde işçilere karşı bir tehdit haline geldi. Merkez ülkelerinde de çevre ülkelerinde de işçilerin reel ücretleri erimekte, çalışma şartları kötüleşmektedir. Merkez ülkelerinde emekçiler, patronlarının hem onları hem de çevre ülkelerindeki emekçileri ezdiğini anlamağa başladı. 1980’den önce olmayan, yeni bir uluslararası emekçi dayanışma zemini oluşmaktadır. Merkez ülkelerinde İsrail’in Gazze savaşına karşı yapılan gösteriler bu farkındalığın bir belirtisi.

Günümüzde Türkiye’de, ABD-AB sermayesiyle iş tutan egemen sınıfı temsil eden siyasetçilerin bazan an ti-emperyalist ağız kullandığını görüyoruz. Egemen sınıf siyasetçileri anti-emperyalist söylemle uluslararası menfaat ilişkilerini emekçilerden gizlemek istiyorlar. Anti-emperyalizmin ezana, bayrağa vs. sahip çıkmak olarak anlaşılmasını istiyorlar.

Egemenlerin anti-emperyalizm tafrasını boğazlarına tıkmak için, Çanakkale Savaşı’nda ve İstiklal Harbi’nde esas siyasi güdünün emperyalistlerin Osmanlı Devleti’ne serbest ticaret dayatmasına, kapitülasyonlara, Reji tekeline, Düyun-u Umumiye’ye, özetle emperyalist sömürüye son vermek olduğunu anlatmak gerekir. 40-50 yıl önce sosyalistler yurtta hangi ezilen sınıfların egemen sınıfa karşı ittifak edebileceğine kafa yoruyordu. Kanımca şimdiki şartlarda bu soru önemini yitirmedi. Hangi sınıflar, hangi sosyal gruplar Türkiye’nin kapitalist dünya sisteminden huruç etmesini destekler? Kimler bu memlekette adil, insanca bir düzen kurmak için emperyalist devletlerin yaptırımlarına, ablukalarına, müdahalelerine göğüs germeğe razı olur? Bu soruyu doğru şekilde cevaplandırmadan gerçekçi bir sosyalist iktidar stratejisi tasarlanamaz.

Yorum bırakın