Bir Radikal’in Günlüğü: 2020ler – 1

KAMİL KANİ AYGÖRDÜ

Sevgili günlük,

Olanca yüküyle üzerime geliyor hayat. Yaş aldıkça yüklenen dertler bayat. Vasıfsız şiirsellik bir yük mü kamburda? Ben söylerim sen dinle. Ya da tüm gençliğimi kaldır at.

Eskiden de dertlenirdim, dertlerimi yazardım duvarlara, şiirli olurdu. Şimdiyse kaygı doluyum ama kaygılarımdan bahsedebileceğim kimsem yok… Büyüdüm ben. Büyüyüşüm olgunlaştırmadı beni, ama kendi kendime konuşmayı öğretti. Son günlük tutuşumun üzerinden yıllar geçti, acılar geçti, zulümler geçti, siyaset geçti. Suriye’de savaş bitti mesela, Mısır darbecilere teslim oldu, Tunus’sa hepten karışık hacım ben de bıraktım takip etmeyi. Ama Arap Baharı çok güzel tez konusu oldu. Kimisi umursamadı gitti emek meselesine eğildi. Kimisi emekçi oldu gitti geceli gündüzlü güvencesiz çalıştı. Eski muhaliflerin çocuklarından birileri popüler, eski popülerlerin çocuklarından birileri muhalif oldu. Eski medreseliden felsefeci, felsefeyle uğraşandan savcı, eski savcıdan terörist, terörist olan… Hâlâ terörist… Bazı arkadaşlara vekillik düştü, bazısına tekillik.

Ben eskiden de uyumsuzdum, özgürlüğüme de düşkünümdür. Yani hem özgür hem düşkünümdür. Özgürlüğüm onu tadacak cürette olduğum anlamına gelmiyor. Düşkünlüğüm de bundan. “Burn out” olmanın eşiğinde yaşıyor koca bir kuşak. İşlemeyen demir pas tutar belki ama en azından “burn out” olmaz hacım. Kuşaktan kuşağa yorganlı hurçlar, faizli borçlar, vade farksız hayal kırıklıkları biriktiriyoruz. Yıldım. O yüzden devrimciyim hâlâ çok şükür, en karizmatik ifadesiyle. Beyaz yakalı ve fiyakalı arkadaşlar nedense gelmiyorlar eylemlere. Otoparkı olmuyor eylem alanlarının. Zaten alanda eylem mi olur, eylem koyarsın alan olur. Eylem yapılmaz koyulur, sistemik zannedersin ama tepedeki müstekbirin huyudur. Her sene muhakkak sorulur. 1 Mayıs’a nereye çıksak, dağa mı? Bakarsam bağ, bakmazsam dağ olur. Peki dağlara bakarsam ne olur? On senede ne çok şey değişti. Dağlara bakmak önce tahrimen mekruh, sonra takriben birkaç sene yatış, ve müebbet açlığa mahkumiyet sebebi oldu.

Aman neyse olan oldu. Yorgunluğuma aldanma. Benim bohemliğim B12 eksikliğinden doktor söyledi. Haftada bir iğne olsam geçer. Tüm huysuzluklarım da bundan.

Gençken boş vakti bol bir orta yaş hayal etmiştim. Belli bir yaşa gelince boş vaktin dolusundan daha yorucu olabileceğini fark ettim. Vaktimi güvenli limanlara park etmeye teşneyim artık. Çünkü boş vakit tefekkürü, tefekkür kaygıyı zerk etti. Azrail filan metafor bi yerde, can bedeni yavaş yavaş terk etti. Düşünceyi öldürmeyince, ölümü düşünmek kaçınılmaz. Ölümü öldüremeyince düşüncesini öldürür insan. Otuzlarda başlıyor sebepsiz kas ağrıları. Boş vakitlerim ölümü düşünmekle geçiyor. Sahi kaçtan sonra ölümü istemek normal… Ya hüznümü teyakkuza dönüştürsün ölüm, ya da son defa anlayayım onu… Ya da vaktin ölümünü keyifle izlemek düşsün bana, düşünmek sancısından topuklarım kıçıma vururken kaçarak. “Keyifle çalışırken can verdi” yazılı mezar taşımı indirimden aldığım touch pad ve mouse ile tasarlarken hüzün müzün kalmasın. Ölümüm de mutlu bir iş kazası olsun böylelikle. Madem ölüm tek bir defa geliyor, o da neden iş kazası olmasın?

Çünkü işsizler iş kazasında ölemezler. Haftada bir iğne olsam geçer korkusuyla sağlık ocağının sokağından bile geçmiyorum artık. Haftada bir beni uyumlulaştıracak bir iğneye ihtiyacım olsaydı yeniden cumaya giderdim. Yaşamak gibi bir anlamı varsa yorgunluğumun, bunu riske atamam. Gel gör ki heyecanlıyım. Yeniden günlük tutmaya başlamış bulunuyorum böylelikle. Ne bir orta yaş demagojisi gibi, ne de bir koyveriş ideolojisi gibi tutacağım seni. Hem yeryüzünden hicret edip talip olacağım yükseklere, hem gökyüzünü yadırgayıp bileneceğim alçaklara!

***

Sevgili günlük,

Pazar günü sabah erken saatler, haftanın en sevdiğim bölümü. Tek basımlık aktarma maliyetine vapur sefası yapmak üzere evden çıktım. Karşıya geçmek istemiştim, Eminönü’ne doğru yollanmak üzere otobüse bindim. Pazar günü sabah erken saatlerin olayı Eminönü otobüslerinin bile boş, nerdeyse bomboş geçmesidir. Akbilimi cebimden çıkarıp ilgili hedefe ulaştırabildiğim anda otobüs duraktan henüz birkaç teker dönümü uzaklaşmıştı ki o lanet sesi duydum. Pazar günü erken saatlerin bir diğer güzelliği de, şoför beylerin boş akbillere müsamaha gösterme eğilimidir. Hem geri indiremez, birkaç teker dönümü yaşanmışlık vardır; hem diğer yolculardan ricacı olmanı isteyemez, araç boştur. Dert olsa da içime, sessizce yerime oturdum günlükçüğüm. Hiçbir aksiliğin bu mutlu günümü mahvetmesine izin veremezdim. İnsanların ufacık şeyleri dert edip, kocaman dertleri görmezden geldiklerini düşündüm camdan yolu izlerken. Bankamatik kuyruğunda önüne geçen dayı, gece uykusuna mal olurken; yarattığı fazladan değerin kodamanların cebine girmesini zerre kadar umursamayan insanları düşündüm. Yine içim şişti, şişecek ne çok yerim var diye düşündüm.

Yani istersen sen de dertlerini ver bana, yükleneyim. Sayfa sonlarına sarkan titrek çizgilerini, satırbaşlarının kahredici solukluğunu, mavi tellerinin içimin şişkinliğini perçinleyen bakır renkli lekelerini ver bana günlükçüğüm. Ver ki o sessiz ızdırabını tarihe gömeyim, sığsın. Mutluluk saçamazsak da neşe sıçalım. Böylelikle hem şiirsel hem eğlenceli olsun yazışmalarımız. Izdır-up!

İş arıyorum hacım, ekmeğimin peşindeyim. Biliyorum bu yaşıma kadar serserilik peşinde şiirler söyledim. Sadece ben değil şiirlerim de serserilik peşindeydi. Yazılım öğrenmeye tövbe ettiğim günlerden beri it gibi okudum durdum. Bok vardı bu kadar okuyacak. Okudumsa entelektüel merakımdan değil ya, büyük dayımın ve arkadaşlarımın kütüphanelerinde ne buldumsa bir ödev gibi okudum. Yetinmedim, okuduğum her kitaptan izler ekledim izlenceme. İzleri takip ettikçe yeni yayın evleri keşfettim. Defaaten Cağaoğlu’na gittim. Bir kitabı yayınevinde çay içmeden almak doğru gelmiyor bana. Gitmezsem ödevime düşük not verilecek endişesiyle de gittim. Kimlerle çay içtiysem, onlara da okuttum okuduğum tüm kitapları. Şimdi bu okuttuklarımın faydasını görecek bir iş arıyorum, çok mu. Ulan günlük benim başka sermayem mi var? Örgütlediğim insanları özgeçmişimde deneyimler kategorisine mi yoksa eğitim kategorisine mi eklemeli. Kızma bana. Neyim kaldı zincirlerimi kırmak için kullandığım sanayi tipi penseden başka.

Günlerdir kafamı kurcalayan esaslı bir muammayla yaşıyorum. Sahi benden ne olur? Editör, akademisyen, çevirmen… Şu ikinci el alışveriş uygulamalarından birinde ruhumu satılığa çıkarsam ne kadar ederim? Mücadeleciden az kullanılmış tertemiz beyaz güvercin… Pazarlık payı vardır ama telefonda değil, mezar başında. Ölücüler aramasın. Ruhlar hep büyük şeytana satılacak değil ya.

Romantikliğin lüzumu olmadığı gibi romanların da okuduğum kitaplar arasında yeri yok aslına bakarsan. Banka isimleriyle anılan yayınevlerine de hiç gitmedim ömrü hayatımda. Gitsen çay da vermezler. Ama şöyle akıcı bir romanda dokuz beş sigortalı bir baş kahraman pozisyonu isterdim. Emeğimi satabileyim yeter hacım. Asgari ücret köleliktir ama çayımı sigaramı ve kiramı ödesin bana yeter. Bankacı olsam insan içine çıkamam fakat klasiklerde yer almaktan da yüksünecek değilim. İşgücümün yazar bey ve emrine çalıştığı finansal baronlar tarafından sömürülmesine alışabilirim. Özgür sözleşmede sesini gür çıkarabilen mi var? Tabi toplu iş sözleşmesi yapmaya güç yetiren küçük bir işçi aristokrasisi dışında… Genç Werther, dumanlı Martin Eden, karışık Raskolnikov ya da Gogol’un hür ruhlu burnu… Lakin artık durum başka. Git bakalım müellifiyle tanışabildiğin, yayınevinde çay içebildiğin yerli bir kitabın baş kahramanına sor, kaç kuruş saymışlar önüne. Rejim değişti artık, roman karakterleri bile iş güvencesinden mahrum. Hikayenin yarısında baş kahraman değişir mi? Sistemi öyle bir döndermişler ki ismini bile bilmiyorsun kahramanın. Filtre kahve kokulu takım çalışmalarıyla akıyor roman. Sanırsın olaylar plazada geçiyor. Dün Ahmet’miş bugün Mehmet, kime ne. Tüm romantik çalışma ilişkileri esnek mesai koşullarının pervasız kuşatması altında.

Tüm bunlar birleşip bir tür sebze çorbası oldu zihnimde. Düşünmekten yorulup vapurun açık bölmesine çıkmaya yöneldim. Vapurla beraber sallana sallana yürürken bunları düşünmemenin daha yorucu olacağını fısıldadım kendi kulağıma.

Ben bunlara kulak asmam hacım. Benimkisi ilkesel değil stratejik bir karar. Bak sana daha açık ifade edeyim, benim karnım aç anlıyor musun? Tansiyonum düşük. Kan şekerim şöyle böyle. Yaptığım fedakarlıkların, yapmadığım çıkar hesaplarının, tapmadığım dünyalık putların hesabını tutmayacağım, tamam, böyle anlaşmıştık. Öyleyse neden üzerime geliyor hastane koridorları? Doktor bey neden benimle senli benli konuşuyor? Yemek sırasında on dakikalarca beklerken niçin kendimi aşağılık bir böcek, hem de Ağustos böceği gibi hissediyorum. Oysa ben putları kırmak için kullandığım baltayı dahi mülk edinemedim. Hiç birbeşerden saygı da beklemedim. Bu az da olsa saygı duyulacak bir şey değil midir? Değilmiş. O halde cümle malikin mülküne göz koymaya hakkım var bilesin. Velfecr okuyan gözlerle eski ahbapların alıkoyduğu ihtiyaç fazlasına nazarlar saçmaya hakkım var. Gözlerimin nemi varsın bulaşsın nazarıma.

Hani ya çakırkeyif olacaktı birlikteliğimiz… Acıyla besleniyorum ben anladım. İlla jilet mi vurayım günlüğümün satır sonlarına? Sessiz ızdırabımızı ışıklı şişelere doldurup pazara mı çıkayım? Elbet acımayan yerlerim kağıda dökülmüyor. Hiç gücüm kalmadı ama son bir manevra kalan son canla tende, yine de arzu edersen jiletler Jiletix’te.

Gözlüğümün nemli buğusuna rağmen, eller ve teller havaya!

* Devamı gelecek…

Yorum bırakın