Bakü Kurultayına Giderken Kısa Bir Tarihçe: Cihan Harbi, Bolşevik İhtilali ve Türkler

FİKRET SOYSAL

Giriş

Birinci Dünya Savaşı ve Rus devrimi, iki önemli “olay” olarak, insanlık tarihinde önemli bir yere sahiptir. Alain Badiou’ya göre, “Olay, bedenlerin ve dillerin özel durumlara mahsus biçimde normal düzenlenişlerinden kopuşunu gösterir.” Birinci Dünya Savaşı, Avrupa genel savaşı olmaktan çıkarak, Osmanlı Devleti’nin de savaşa dahil olmasıyla, Ortadoğu, Mezopotamya ve İç Asya’ya kadar etkili olan bir “olay”a dönüşmüştür. Çarlığın yıkılışı ve Rus Devrimi savaşın etki alanını daha da genişleterek sınırlar, sorunlar ve fikirler düzeyinde geleceği de etkilemiştir. Rus Devrimi’nin etkisi Fransız Devrimi kadar önemlidir. Bugün hâlâ insanlığın temel ve vazgeçilmez gündemi olan “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” şiarı bu iki büyük devrimin tarihsel mirası değerlendirilerek düşünülebilir.

Çünkü Neolitik devrimin binlerce yıl süren mantığı, yönetim anlayışı, hiyerarşisi bu devrimlerle sarsılmış, insanlık neolitik durumdan çıkabilecek dönemsel kazanımlar, başarılar elde etmiştir. Devrimler bu bakımdan Alain Badiou’nun öne sürdüğü gibi, insan türünün yeni başlangıçlarına, değişimine sebep olur. İnsan türünün serüveni aslında kısadır. Taş çatlasa iki yüz bin yıl geriye gider. Oysa canlı varlıklar milyonlarca yıldır vardır. Dinozorlar yüz milyonlarca yıl yaşadı. Yaşamın genel tarihine baktığımızda insan hayvanının, homo sapiens türünün ömrü çok kısadır. O yüzden bu serüvene yeni başladığımızı onun çok başında olduğumuzu öne sürebiliriz. “İnsanlığın kolektif evrimine ilişkin anlatılabilecek ve düşünülebilecek şeyler için bir ölçek tespit etmek” (Badiou, sf.15) için yapıyoruz bu saptamayı.

Devrim bir başlangıçtır. Fransız Devrimi’ne katılanlar kendilerinin mutlak bir başlangıç olduğunu düşündüler. Takvimi değiştirdiler. Birinci yıl devrimin yaratıldığı yıldı. Onlara göre devrimle var olan cumhuriyet özgürlük, eşitlik, kardeşlik, binlerce yıllık despotizmden ve türlü zalimliklerden sonra insan türünün yeni bir başlangıcıydı. Sadece Fransa için değil bütün insanlık için. 1793 anayasasında dünyada kim bir yetimle ilgilenirse veya bir ihtiyarın bakımını üstlenirse cumhuriyetin bir vatandaşı olarak görülecekti. Devrimle birlikte insanlığın değiştiği, tanımının artık aynı olmadığı kanaatine vardılar. Rus Devrimi de insan türü için yeni bir aşamayı, komünist aşamayı başlattığını düşündü. Bu aşamada bütün insanlık onun için ortak bir değere sahip olan şeye, ortaklaşa karar verecekti. Badiou’ya göre, “Komünizm, bütün insanlar için ortak olanın, düşünce, eylem ve örgütlenmenin sürekli konusu olmayı gerektirdiğinin olumlanmasıdır”. (Badiou, sf.16)

Mustafa Suphi Bakü Doğu Halkları Kurultayı’na giden trende. Arkada vagonun kapısında “X” ile işaretlenmiş kişi Mustafa Suphi’dir. Kaynak: RGASPI [Rusya Devlet Siyasi Sosyal Tarih Arşivi], fon: 495, op. 266, dosya no:250, Mustafa Suphi Şahsi Dosyası (TÜSTAV’dan alınmıştır.)

En nihayetinde devrim insanlığın birliğine yönelik bir atılımdır. Bu açıdan baktığımızda Rus Devrimi ve bu sürecin yaratılmasına sebep olan insanlığın ilk en büyük savaşı olan 1. Dünya Savaşı’nın değerlendirilmesi onların insanlık tarihindeki yerini tespitle başlar; konumuz açısından Türklerin ve Doğu halklarının özgürlük yolunda çok anlamlı bir yeri olan Bakü Kurultayı’na giden süreci ve bunun bugün için anlamına yönelik bir düşünmeye yardımcı olur. Bunların yanında, genel bir sonuç olarak, savaşın korkunçluğunu vurgulamak, halklar açısından dönemsel manzarayı betimlemek ve sınıfsal durumu tespit etmek yazının amaçları arasındadır.

Bu kurultaya giden tarihsel sürece odaklanırken, savaşın eşiğindeki bir dünyada Asya’da gelişebilecek demokratik ve özgürlükçü bir anlayışın imkânlarını ve bu tarihin iki önemli aktörü olan Türkiye ve Rusya’nın ve tarihte Bolşeviklerle Türkler arasındaki ilişkinin potansiyellerini akılda tutmak gerekiyor.

Cihan Harbi

 “Arabın nar-ı cehennemi Köprüköy’ün ayazı yanında nimet-i ilahi imiş”

1. Dünya Savaşı’na girenler savaşın kısa süreceğini düşünüyorlardı. Savaşa katılan halk sınıflarından askerler savaşın bu denli ağır olacağını bilemezdi. Genel atmosfer heyecan ve sevinçle ifade edilebilir. Alman Veliaht Prensi “parlak ve neşeli bir savaş” diyordu. Fransız askerler cepheye giden trenlerin üzerine “Berlin’e” yazıyorlardı. Savaş başlangıç aşamasında popülerdi. Britanya’da, “Noel’e kadar her şeyin biteceği” herkes tarafından söylenen bir sözdü.

Rosa Luxemburg, yedeklerle dolu trenlere, heyecanlı kızların neşeli çığlıkları arasındaki harekete, kahvehanelerde vatanperver şarkılarını söyleyen kalabalıklara, çılgın bir hezeyana tanık olduğunu anlatır. Troçki, atmosferi, çılgın bir milliyetçilikten daha çok insanların sıkıntılı, bunaltıcı yaşamlarına bir karşı tepki olarak açıklar: “Hayatları her gün umutsuzluğun monotonluğu içinde geçen insanlar pek çok; bunlar modern toplumun başlıca dayanağı. Seferberlik alarmı onların hayatlarına umut verici bir şey olarak giriyor; bilinen ve uzun süredir nefret edilen devriliyor ve yeni ve olağan dışı şeyler onun yerine alıyor. Onları gelecekte daha da inanılmaz değişiklikler bekliyor. Mutlu mu yoksa acı günler mi? Mutlu günler elbette -bu “normal” koşullardan daha kötü ne olabilir?… Savaş herkese etkiler ve o hayatın ezmiş ve aldatmış olduğu insanlar, dolayısıyla kendilerini zengin ve güçlü olanlarla aynı düzeyde görüyorlar.” (Harman, sf.395)

Rosa Luxemburg, yedeklerle dolu trenlere, heyecanlı kızların neşeli çığlıkları arasındaki harekete, kahvehanelerde vatanperver şarkılarını söyleyen kalabalıklara, çılgın bir hezeyana tanık olduğunu anlatır. Troçki, atmosferi, çılgın bir milliyetçilikten daha çok insanların sıkıntılı, bunaltıcı yaşamlarına bir karşı tepki olarak açıklar.

Osmanlı sivilleri için durum böyle değildi. Savaşın ana aktörleri uzun zamandır bir savaş tecrübesi yaşamamışlardı. Oysa Osmanlılar için Balkan Savaşları tecrübelerle doluydu. Osmanlı sivilleri savaşı en ağır şekilde yaşadılar. İstanbul halkı evlerinin önünden geçen perişan haldeki kitleleri görüyor, açlık, yokluk gibi savaşın çeşitli trajik izlerine şahit oluyordu. Balkan Savaşları’nın halk üzerindeki diğer etkisi, yarattığı perişan vaziyet nedeniyle bu yeni savaşın da kazanılamayacağı yönündeydi. Savaş karşıtı bir hava hâkimdi. Balkan Savaşları’ndan Osmanlı Devleti yöneticilerinin ve askerlerinin aldığı ders seferberliği en geniş ölçüde gerçekleştirmek gereğiydi. Bunun önündeki en büyük engel muinsizlik denilen istisnalardı. Eğer bir aileye geçindirecek tek kişiyseniz istisna idiniz, askere alınmıyordunuz. Bu sayının çok olduğunu gören yöneticiler bunu kaldırdılar. Üç milyon erkek savaşa alındı. Tarımsal üretimde çok önemli yeri olan bu insanların tarımsal üretimden koparak bir de tüketici haline gelmeleri ciddi sorunlara yol açtı. İstanbul’un unu bile Anadolu’dan değil New York ve Marsilya’dan getiriliyordu. Savaşla beraber bu yolun kapanması, bu tedarikin Anadolu’dan ve Arap coğrafyasından karşılanması zorunluluğunu ortaya çıkardı. Fakat tarımsal üretimi yapan insanların cepheye sevk edilmesi üretimin büyük ölçüde düşmesine sebep olduğu gibi Anadolu’da bütün yük kadınların, çocukların ve yaşlıların sırtına kaldı. Öte yandan, İngiltere ve Fransa için ise kolonilerindeki insan gücü ve gıda potansiyeli önemli bir destekti.

4 Ağustos 1914’te genel manzara Avrupa için yukarıdaki gibiydi. Aynı gün Londra’da Buckingham Sarayı’nın önüne muazzam bir kalabalık toplandı, heyecan yüksekti. Fransız hapishanesine bile ulaşan Marseilles Marşı tutkuyla söyleniyordu. “Berlin’e Berlin’e” bağrışmaları içinde. Petersburg’da yalnızca birkaç gün öncesinin grevleri ve barikatları unutulmuştu bile. Chris Harman’a göre savaşan ülkeler içinde yalnızca Sırp sosyalistleri ve Rus Bolşevikleri savaşa karşı aralıksız bir düşmanlık içinde oldular. (Sırpların Balkan Savaşını yaşamaları bu durumda etkilidir.)

Savaş bütün toplumda büyük bir altüst oluşa yol açtı. Bütün ulusal kaynaklar cepheye yönlendirildi. Tüketim maddesi üreten sanayiler savaş gereçleri üretmeye sevk edildi. Tarım işçileri silah altına alındı. Almanya’da 1917 kışı “şalgam kışı” olarak biliniyor. Şalgam, sebze ve pek çok besinin yerine geçiyordu.

Savaşın Avrupa için bilançosu ağırdı. 1,8 milyon Almanya’da, 1,7 milyon Rusya’da, 1,4 milyon Fransa’da, 1,3 milyon Avusturya-Macaristan’da, 740.000 Britanya’da, 615.000 İtalya’da olmak üzere yaklaşık 10 milyon ölüyle o zamana kadar insanlık tarihinin gördüğü en kanlı savaştı. (Harman, sf. 397)

Savaş bütün toplumda büyük bir altüst oluşa yol açtı. Bütün ulusal kaynaklar cepheye yönlendirildi. Tüketim maddesi üreten sanayiler savaş gereçleri üretmeye sevk edildi. Tarım işçileri silah altına alındı. Almanya’da 1917 kışı “şalgam kışı” olarak biliniyor. Şalgam, sebze ve pek çok besinin yerine geçiyordu.

Generaller ve sanayiciler toprakların zapt edilmesinin ekonomik kaynakları artırabileceğini görüyordu. Savaş hedefleri yalnızca Asya ve Afrika’daki sömürgeleri savunmak veya yenilerini eklemekle sınırlı değildi. Avrupa’daki sanayi ya da yarı sanayi bölgelerini ele geçirmek içindi. Almanya için savaş; Fransa’nın demir cevheri üreten Loren bölgesini ilhak etmek, Türkiye ve Ortadoğu’da Berlin-Bağdat demiryolu etrafında nüfus bölgeleri oluşturmak, Belçika’nın, Orta Avrupa’nın ve Romanya’nın üzerinde kontrol kurmak anlamına geliyordu. Fransa, Alsas-Loren’i yeniden ele geçirmek ve Almanya’nın Rhineland bölgesinde kontrol kurmak istiyordu. Rusya için ise İstanbul’un ilhakı demekti. Ulusal devletler tarafından birbirine bağlanan kapitalist gruplar da savaş yoluyla sermayelerini genişletmeye bakıyorlardı. (Harman, sf. 398) Emperyalizm artık sadece sömürgelerle ilgili değildi. Hiçbir kapitalist devletin diğeri aleyhine genişlemeden var olamayacağı topyekûn savaş olan bir sistemdi. Savaş aynı zamanda Avrupa’da sınıflar mücadelesinin bir parçasıydı. “Sınıf çatışması çok boyutlu bir fenomendir. Sadece sermaye ile emek arasındaki iki taraflı bir çalışmadan ibaret değildir. Burjuvazi ile soyluluğun, farklı ülkelerin sanayicilerinin, ana ülke ile sömürge ülkelerin ve Almanya örneğinde görmüş olduğumuz üzere sanayi burjuvazisi içindeki fraksiyonların, örneğin büyük ve küçük üreticilerin aralarındaki çelişkileri de yansıtır. Hem büyük hem de sınai bir savaş olan büyük savaşın büyük sınai üreticileri kayırmış olması bir tesadüf değildi.” (Pauwels, sf. 345)

Jacques Pauwles, Büyük Sınıf Savaşı 1914-1918 kitabında savaşın sadece emperyal hayaller uğruna yapılmadığını ülkelerdeki sınıflar arasındaki mücadelenin de savaşta önemli bir etken olduğunu anlatır. Bu, geniş hacimli, ampirik malzemenin yoğun olduğu çalışma savaşın ağır etkilerini ortaya koyduğu gibi, savaş zamanlarında sınıfların durumunu net bir şekilde gösteriyor. Zenginleşen sanayiciler, keyif çatan zengin-asalak sınıflar, itibar ve güç peşinde koşan, kibirli ve zalim generaller, üst düzey komutanlar, cephe gerisinde bütün yükü sırtlayan kadınlar, ölümden yılmış perişan vaziyetteki askerler, en düşük ücretlerle çalışan işçiler, ektiği-diktiği cepheye giden açlık sınırında köylü yığınlar vb. savaşın ağır etkilerini yaşayan halk sınıflarının şiirlerle, şarkılarla, isyanlarla direnişleri. Kitapta Avrupa’da savaşın devrimci bir duruma yol açtığını da görüyoruz.

1916’da ölmeye gönderilen askerlerin morali dibe vurmuştu. 1914 güzü yanılsamalardan kurtulma dönemi, 1915 savaş yorgunluğu ve çaresizlik yılı olmuştu. 1916’da ise ilk hoşnutsuzluk, muhalefet ve hatta isyan belirtilerine tanıklık edildi. Alman askerleri işgal altındaki Kuzey Fransa’da yıkılmış bir köydeki evlerden birinin duvarına büyük harflerle şu yazıyı yazmışlardı: “Öldürmeye son verelim, biz barış istiyoruz… Bizim için hiçbir kahramanca ölüm yok!… Bir kahraman olarak ölmeyi övenler, cepheye kendileri gitsin… Subayların canı cehenneme, onlar birer köpek ve alçak!” Sıradan Alman askerler arasında Savaş Zenginler İçindir başlıklı şiir popüler olmuştu: “Anavatan için değil/ Tanrı için de değil/ Zengin insanlar için savaşıyoruz/ Fakirlerse sadece vuruluyor.” (Pauwels, sf. 306)

1917’de, Pauwels’in deyişiyle, “Ülkeler arasındaki resmi “dikey” savaşın yanı sıra sınıflar arasındaki dile getirilmeyen “yatay” savaşta şiddeti azalmadan devam etti.” (Pauwels, sf. 323) Verilen ağır kayıplar karşısında, bir yandan anıtlar dikilerek ölüm kutsanırken diğer yandan şarkılara geçen tepkiler vardır. Bir örnek savaş karşıtı bir şarkı olan ve yasaklanan (1974’e kadar yürürlükte kalan bir yasak) “Kurbanlık Koyunlar” şarkısıdır.

İtilaf Devletleri sömürgeleri de dahil olmak üzere dünyanın her yerinden neredeyse her şeyi ithal edebiliyor, böylece Almanya gibi yiyecek kıtlığı çekmiyordu. Yine de alt sınıflar için huzursuzluk ve hoşnutsuzluk söz konusuydu. Fiyatlar yükseldi, ücretler düştü, zengin sınıflarla alt sınıflar arasındaki yaşam biçiminde korkunç bir mesafe ortaya çıktı. Fransa’da 1916 Temmuz’unda sahildeki oteller iyi bir yaşamın tadını çıkaran zengin müşterilerle doluydu. Paris’te pahalı restoranlar çok iyi iş yapıyordu. Bulvarlarda çok sayıda yeni zengin, ordu sözleşmeleri ve karaborsa ticareti sayesinde servet kazanmış iş adamları dolaşıyordu. Bu, aynı bulvarlarda dilenerek, kartpostal satarak ya da cep harçlığı çıkarmak için yurtsever şarkılar söyleyerek gezen genellikle uzuvlarını kaybetmiş askerlerle büyük bir tezat oluşturuyordu. Savaştan çok kâr eden bir üst sınıf söz konusuydu. Bu durumu İngiltere’de de görüyoruz. Gerçek ve hayali savaş vurgunculuğu zor zamanlar geçiren ve düşük ücret düzeyleri, yüksek kira ve genel olarak yaşam maliyeleri nedeniyle özellikle mutsuz olan alt sınıflar arasında giderek daha fazla itirazla karşılaştı. Zengin sınıflar savaşın yükünü paylaşmaktan kaçınırken işçi sınıfının sürekli fedakarlıkta bulunması huzursuzluklara ve ayaklanmalara sebep oldu. Bunların en önemlisi 1916 yılında İrlanda’daki ünlü Paskalya Ayaklanması’dır. Savaşı başlatan seçkinler savaşın ulusal devrimleri de tehlike olmaktan çıkaracağını ümit etmişlerdi. Fakat tam tersi oldu. George Bernard Shaw hüzünle, İngilizlerin İrlanda’da yaptığı zulmün, Almanların Belçika’da neden olduğu dehşete denk olduğunu belirtmişti. Savaş seçkinlerin beklediği gibi olmadı. Bu durum Hristiyan kiliselerinin tecrübesi için de geçerlidir. 1914’te kitlesel olarak kiliselere gidenler artık buradan ayaklarını kesmişti. Aşırı milliyetçi bir şevkle savaşı destekleyen kilisenin ünlü marşı Onward Christian Soldiers (İleri Hristiyan Askerleri) askerler tarafından şöyle değiştirilmişti.

“Yürüyün Hristiyan askerler! Görevin yolu düzdür; Gebertin Hristiyan komşularınızı ya da onlar sizi gebertsin,

Vaizler galeyana getiriyor sizi,

Yukarıda Tanrı soymaya, tecavüze, öldürmeye çağırıyor sizi,

Bütün eylemlerinizi kutsuyor gökteki Kuzu;

Eğer Kutsal Ruhu seviyorsanız, gidip öldürün, dua edin ve ölün.

Yürüyün, Hristiyan askerler! Parçalayın, yırtın mahvedin!

İsa dinamitinizi kutsasın.

Kafataslarını parçalayın şarapnellerle, çimlere gübre saçın;

Dilinizi konuşmayan insanlar hak ediyor Tanrı’nın lanetini.” (Pauwels, sf. 316)

1917’de, Pauwels’in deyişiyle, “Ülkeler arasındaki resmi “dikey” savaşın yanı sıra sınıflar arasındaki dile getirilmeyen “yatay” savaşta şiddeti azalmadan devam etti.” (Pauwels, sf. 323) Verilen ağır kayıplar karşısında, bir yandan anıtlar dikilerek ölüm kutsanırken diğer yandan şarkılara geçen tepkiler vardır. Bir örnek savaş karşıtı bir şarkı olan ve yasaklanan (1974’e kadar yürürlükte kalan bir yasak) “Kurbanlık Koyunlar” şarkısıdır. On binler halinde savaş tanrısının sunağında kurban edilen askerlerin kendileri için kullandığı bir tabir bu. Bazı dizeleri şöyle:

“Elveda hayat, elveda aşk,

Bütün kadınlara elveda

Artık her şey bitti, temelli bitti

Bu korkunç savaşla

Büyük bulvarlarda zordur bakması

Eğlenen zenginlere ve güçlülere

Hayat güzeldir onlara

Ama bizim için öyle değildir

Parası olanlar. Onlar geri gelecekler

Çünkü biz onlar için ölüyoruz

Ama şimdi her şey bitti, çünkü bütün homurdananlar

Greve çıkacaklar

Şimdi sizin gününüz, zenginler,

Güçlü beyefendiler platoya çıkmak için.

 Eğer savaşmak istiyorsanız

 Kendi kendinizle parasını ödemek için.” (Pauwels, sf. 325-326)

Osmanlı Devleti bu tablodaki kapitalist yarışta kapitalist âlemin ilişkileri ve dünyasına çok dahil olmayan, (kapitalist olmayan) fakat onunla eş zamanlı yaşayan hedefteki ülkeydi. Paylaşım planlarının, gizli anlaşmaların odağıydı.

Osmanlı cephe gerisi hakkında bilgilerimiz kısıtlıdır. Balkan savaşlarındaki hezimetin temel sebeplerinden biri seferberliğin tam anlamıyla gerçekleştirilememesidir. Çok eksiktir. Balkan ulusları ise seferberliği organize etti. Osmanlı yöneticileri, “meyhaneci Yunanlılar, sütçü Bulgarlar bile seferberliği başardı” diyorlardı. Bu tecrübe Cihan Harbi’nde ciddi bir seferberliğin yapılmasına yol açtı ve milyonlarca insan, içlerinde çok gençler de olmakla beraber cephelere seferber edildi.

Avrupa’da, Rusya’da, Türkiye’de savaşın cephe gerisindeki maliyeti ve sivillerin yaşamı korkunçtu. Kısa sürede savaşın Berlin’e veya Paris’e bir gezinti ya da macera olmadığı anlaşıldı. Savaş ölüm, salgın, açlık ve dehşet demekti. Askerlerde önce endişe ve sonra isyan hali baş gösterdi. Cephe gerisindeki ilk büyük patlama 1917 Nisan’ında Fransa’da oldu. Fransız ordusunun yarısı, 250.000 kişinin hayatını kaybettiği bir saldırıdan sonra cepheye dönmeyi reddetti. 500 ölüm cezası ve 49 kişinin fiilen kurşuna dizilmesi ile düzen yeniden sağlandı. İtalya’da 1917 yılında 50.000 kadar askerin katıldığı bir isyan oldu. Bologna yakınlarındaki Britanya üssünde 100.000’e varan asker beş gün süren kanlı bir isyan gerçekleştirdi. Generaller tavizler vererek sonra liderlerini kurşuna dizerek isyanı sonlandırdılar.

Osmanlı cephe gerisi hakkında bilgilerimiz kısıtlıdır. Balkan savaşlarındaki hezimetin temel sebeplerinden biri seferberliğin tam anlamıyla gerçekleştirilememesidir. Çok eksiktir. Balkan ulusları ise seferberliği organize etti. Osmanlı yöneticileri, “meyhaneci Yunanlılar, sütçü Bulgarlar bile seferberliği başardı” diyorlardı. Bu tecrübe Cihan Harbi’nde ciddi bir seferberliğin yapılmasına yol açtı ve milyonlarca insan, içlerinde çok gençler de olmakla beraber cephelere seferber edildi. Osmanlı Devleti çok fazla ve birbirinden uzak cephelerde savaştı. Tarih bölümünde Ilgınlı Ali’nin cepheden babasına yazdığı mektubu okuduyduk. “Arabanın nar-ı cehennemi Köprüköyün ayazı yanında nimet-i ilahiymiş” diyordu. Milyonlarca insanın yanında milyonlarca hayvan da ordu emrine alındı. Anadolu içlerine ve diğer cephelere kara yoluyla ulaşmak mümkün olmadığı için taşıma ve diğer işler hayvanlarla yapılıyordu. İstanbul’dan Ankara’ya gitmek için önce Samsun’a gitmek gerekiyordu. Bu durum Anadolu’daki öküzlere el koymak demekti. Erkeklerin cephede olduğu bir zamanda, kadınlar için elindeki tek geçim kaynağı öküzün de alınması cephe gerisindeki yaşamı trajedi boyutuna getirdi. Bakü Kurultayı’nda kendisini kara sabana koşan Türk kadınlarını örnek veren konuşmalar vardır. Çok fazla genç askere alındı. İstanbul’da da çok sayıda eğitimli genç cepheye gitti, şehit oldu. Anadolu’da cephe gerisinde yaşananlara dair bilgilerimiz çok sınırlıdır. Okuma yazma oranı çok düşüktü, kadınlarda daha da düşüktü. Dolayısıyla yazılı malzeme yok. Cepheye çok az katılan entelektüellerden Ahmet Haşim sıhhiye müfettişi olarak görev yapmıştır. “Öküz Osmanlı yaşamın zembereğidir.” diye yazıyor. Cephe gerisindeki insanların yaşadıklarını folklorik malzeme ile ancak anlayabiliyoruz. Birkaç örnek verebiliriz. Savaşın özellikle son iki yılında genç ve çocukların katılımı daha da artmıştır. “Davul zurna çalınıyor on yedililer gelsin deyi/ On yediliden asker mi olur topluyorlar ölsün deyi.” Yaşar Kemal’in Toroslarda topladığı ağıtlarda, şiirlerde, türkülerde savaşın derin izleri ve acıları vardır.

1930-40’lara kadar bu izler canlılığını korumuştur. 1940’lı yıllar zaten ikinci dünya savaşının ağır sıkıntılarıyla geçti. Yeni olan eskiyi kenara itti. Türkiye’nin Dünya Savaşı’na dahil olması aslında daha eskiye gider. Avrupa’daki kapitalist yarış ve emperyal arzuların biçim açımızdan ilk eylemi İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali idi. Bununla birlikte Balkan Savaşları başladı, arkasından Cihan Harbi ve İstiklal Harbi. Bu üç savaşı birbirinin devamı şeklinde birlikte düşünmek gerekiyor. Tarihsel değerlendirmeyi yaparken ve tarihsel anamneze yönelik bir düşünme için bütün bunların göz önünde tutulması önemlidir. Rus Devrimi savaşlarla sarsılmış, takati tükenmiş Türkiye için âdeta bir hediye, kurtarıcı olarak gelmiştir. 

Bolşevik Devrimi

“…Ki Bolşevikliğe dair şu reng-i istilâ

Birinci suhhat-ü sanat, ikinci hubb-u beşer

Bu fikre malik olan halka kul olur Mevla”

Neyzen Tevfik

Savaş, büyük bir hayal kırıklığına ve dehşete yol açmıştı ve kitleler olup bitenlere bir anlam vermeye çalışırken siperlerde yanı başlarındaki işçilerin sosyalist tezlerini dinliyorlardı. Avrupa’da gelmekte olduğu düşünülen devrim Rusya’da oldu. Lenin, “Eski kuşaktan olan bizler gelmekte olan devrimin sonuç alıcı muharebelerini görecek kadar yaşamayabiliriz” diyordu. Fakat çarlığın 1905’te sarsılmasından beri beklenen devrimci durum, savaşın ölüm, açlık ve dehşet dolu manzarasında daha hızlı gerçekleşti.

Şubat devriminden sonra bir yanda güçsüz bir geçici hükümet öte yanda kendiliğinden her yerde yayılan halk konseyleri/sovyetler bulunuyordu. Bolşevikler halk konseyleri/sovyetler eliyle kısa zamanda çok hızlı gelişti ve sağlam bir örgütlülük yarattı. “Ekmek, Barış, Toprak” sloganı ile Mart 1917’de birkaç yüz kişilik küçük bir grup olan Bolşevikler aynı yılın yaz başında 250.000 üyeye ulaştı.

Şubat devriminden birkaç hafta önce, Lenin İsviçre’de sürgündeydi. Putilov maden işçilerine karşı ilan edilen lokavtla işçi kadınların gösterisi aynı zamana denk geldi. Kadınların gösterisi bir genel bir greve dönüştü. Ekmek talebiyle, donmuş ırmağı geçerek başkentin merkezinin işgaline sebep olacak bir yürüyüşe dönüştü. Çara hep sadık Kazak birlikleri saldırmayı reddederek onlarla birleşmeye başladılar. Karışık dört günün ardından kitleler ayaklandı. Çar çekildi, yerine bir geçici hükümet geçti. Eric Hobsbawm’ın belirttiği gibi, “Sokaklarda geçen dört kendiliğinden ve öndersiz gün bir İmparatorluğu sona erdirdi.” (Hobsbawm, sf.79) Lenin’in başarısı, denetim dışı halk akınını Bolşevik iktidara dönüştürmesi olarak yorumlanmaktadır.

Şubat devriminden sonra bir yanda güçsüz bir geçici hükümet öte yanda kendiliğinden her yerde yayılan halk konseyleri/sovyetler bulunuyordu. Bolşevikler halk konseyleri/sovyetler eliyle kısa zamanda çok hızlı gelişti ve sağlam bir örgütlülük yarattı. “Ekmek, Barış, Toprak” sloganı ile Mart 1917’de birkaç yüz kişilik küçük bir grup olan Bolşevikler aynı yılın yaz başında 250.000 üyeye ulaştı. Kent yoksullarının ve işçilerin talebi ekmek, tarımla geçinen Rusların %80’inin temel talebi toprak, orduyu oluşturan köylü askerler ve herkes barış istiyordu. Lenin ve Bolşeviklerin en bariz ve gerçek vasfı kitlelerin ne istediğini anlamak bu isteklerin nasıl çözüleceğini bilme yetenekleridir. Bu Lenin’in bir darbe örgütleyicisi olduğu tezine de cevaptır kimilerine göre.

Geçici hükümet Haziran 1917’de ordunun yeni bir askeri saldırı yapmasında ısrar etti. Liberal Kadet Partisi’nin kurucusu ve Rus geçici hükümetinin ilk Dışişleri Bakanı Pavel Milkuyov, “Uluslararası sosyalizmin insancıl ve kozmopolit bir ülküsü uğruna (…) savaşın en büyük ganimetinden vazgeçmek saçma ve fahiş bir hata olur.” diyordu. (McMeekin, sf. 319) Fakat köylü askerler savaştan bıkmıştı, köylerine dönüyorlardı, gittikleri yerlere devrimci fikirleri beraberlerinde götürdüler. Uzatmadan genel tablo bakımından geçici hükümetin yönetemeyeceği belliydi ve önemli olan hükümetin düşüşünü neyin izleyeceğiydi. Radikalleşen taraftarlar Bolşevikleri iktidara götüren yolu açtılar.

Avrupa’da beklenen devrim bütün ümit verici gelişmelere ve koşullara rağmen gerçekleşmedi. Bolşevikler ve Lenin Avrupa’da bir devrimi desteklemek yanında, esas olarak yeni rejimin ayakta kalması sorunu ile ilgileniyorlardı. Almanya’nın Brest-Litovsky’de dayattığı ceza niteliğindeki barışa dayanabildi, ayakta kaldı. 1918-20 arasında vahşi bir iç savaş yaşandı. “İngiliz, Fransız, Amerikalı, Japon, Polonyalı, Sırp Rum ve Romanyalı askerleri Rus toprağına gönderen müttefiklerin finanse ettikleri çeşitli karşı devrimci beyaz ordular ve rejimler Sovyetlere karşı ayaklandılar.” (Hobsbawm, sf. 83) 1920’nin sonunda Bolşevikler iç savaşı kazandılar.

Bu bakımdan Rus Devrimi başlangıç aşamasında, Bakü Kurultayı’na giden süreçte ve Bakü Kurultayı’nda açıklıkla görüldüğü üzere demokratik ve özgürlükçü bir tartışma ortamını yaratmıştır. Avrupa’da ise despotik idareler güçlendi. 1917 yılında bütün Avrupa’da siviller savaşın yıkımına karşı hoşnutsuzluklarını, itirazlarını her şekilde gösterdiler. Rusya’daki devrim bir umut ışığı oldu. Herkesin gözü kulağı oradaydı ve barış ümidine yönelik bir heyecan oluştu. Siviller ve askerler barışın yanında değişim de istiyorlardı.

Rus Devrimi’nin insanlık tarihi bakımından anlamı Fransız Devrimi kadar önemlidir demiştik. 1917 Rus Devrimi’nin sayısız eğilimi içinde barındırması, yeni çelişkilerin üstesinden gelmesi, büyük entelektüellerden fabrika işçilerine, en ücra bölgedeki köylülere kadar farklı insanları bir araya getirmesi ile totaliter hiçbir yönü yoktu. Badiou’nun belirttiği gibi, “Kesinlikle totaliter bir bütünün değil olağanüstü derecede etkin bir düzensizliğin, ama yine de bir fikrin, eşitlik fikrinin ışığıyla aydınlanan bir düzensizliğin sergilenişi olmuştur.” (Badiou, sf. 13)

Bu bakımdan Rus Devrimi başlangıç aşamasında, Bakü Kurultayı’na giden süreçte ve Bakü Kurultayı’nda açıklıkla görüldüğü üzere demokratik ve özgürlükçü bir tartışma ortamını yaratmıştır. Avrupa’da ise despotik idareler güçlendi. 1917 yılında bütün Avrupa’da siviller savaşın yıkımına karşı hoşnutsuzluklarını, itirazlarını her şekilde gösterdiler. Rusya’daki devrim bir umut ışığı oldu. Herkesin gözü kulağı oradaydı ve barış ümidine yönelik bir heyecan oluştu. Siviller ve askerler barışın yanında değişim de istiyorlardı. Seçkinlerin tutumlarında bariz bir sertleşme görüldü. Soylular, sanayiciler, generaller, zengin sınıflar zaferden elde edilebilecek meyveleri koparabilmek için savaşı kazanmak gerektiğine inanıyorlardı ve bunun için kararlı olduklarını gösterdiler. 1917’de Almanya topyekûn zaferden daha azıyla yetinmeyecek Ludendorff’un askeri diktatörlüğü altına girdi. Britanya’da Lloyd George ülkeyi yedi üyeli küçük bir “savaş kabinesi” vasıtasıyla yarı-diktatöryal ya da Arthur Marwick’in yazmış olduğu gibi neredeyse “totaliter” bir şekilde yönetiyordu. Fransa’da saldırılar George Clemenceau’yu 1917 Kasım’ında iktidara getirdi. Savaşı acımasızca sürdürmek istiyordu. Bunun için Clemenceau eskiden görece demokratik olan Fransız Cumhuriyeti’ni, tartışmasız totaliter özellikleri olan bir tür diktatörlüğe dönüştürmeyi uygun gördü.

Bu sırada Sovyetler/halk konseylerinin geniş tartışma yoluyla kararları alan yöntemi, devrimin demokratik boyutunu ve Avrupa için cazibesini görmek bakımından önemlidir. Geçerken bahsedilmesi gereken iki önemli noktaya işaret etmek gerekiyor. Birincisi, İngiltere’nin Orta Doğu ve İç Asya’nın yazgısında askeri, diplomatik, entelektüel vb. bütün araçlarla müdahalesi ve etkin rolüdür. İngilizler Osmanlılara karşı Arap aşiretlerinin ve şeflerinin desteğini almak için pek çok vaatte bulundu. Londra açısından Arap halkının çıkar ve arzuları herhangi bir önem taşımıyordu. Osmanlılar Arabistan’dan kovuldu. İngilizler burada da Britanya’nın kendi aristokrat ailelerinin muadili olan ve savaş sırasında kullanışlı ortaklar olduklarını gösteren bir avuç aşiret şefi ile birlikte kendi çıkarlarını gözeten yeni bir düzen kurdular. Arapların devasa ülkesi parçalara ayrıldı ve bu parçalar kendi kişisel mülkleri olarak yönetecekleri -Suudi Arabistan gibi- birer devlete dönüştürülmek üzere söz konusu ortaklara dağıtıldı. Ortadoğu’da kralların ve şeyhlerin hâlâ tebaalarını son derece gayr-ı demokratik, Orta Çağ’a özgü bir şekilde yönetebiliyor olmaları, bu nedenle aynı zamanda büyük savaşın mirasının bir parçasıdır. Öte yandan savaşın büyük bir geri sıçramayı yani Fransız devriminden ve devrimin tetiklediği demokratikleşme sürecinden bir kopuşu gösterir. Bakü Kurultayı’na ve İç Asya’daki gelişmelere müdahalesi de belirleyici olmuştur. Lenin’in doğuda devrimlerden vazgeçmesi Londra-Moskova hattında yapılan antlaşma ve mutabakatlar ile ilgilidir. İngiltere bütün araçlarla, ve belki Bolşevikler içinde teorik anlaşmazlıkları körükleyerek, süreci tersine çevirmiştir, bu anlamda ikinci enternasyonalin kararları batıya bir tazminattır. İkinci bir durum olarak Cihan Harbi’yle beraber ve esasen sonrasına ABD’nin dünya politikasında merkez rolü alması gerçekleşmiştir. Avrupa’nın demokratik yönün dışına çıkması ve Sovyet cazibesine karşı ABD’nin izlediği yol demokrasiyi öne çıkarmak oldu ve bir araç olarak kullandı. Lenin’in ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına karşı başkan Wilson’un on dört maddelik bildirgesi bu yöndedir. Soğuk savaşın embriyo halindeki başlangıcını da burada görebiliriz.

Rus Devrimi’nin demokratik boyutu, halklar arasında eşitlik vaat eden ve barışa yönelik çabaları Türklerin ve Türk basınının ilgisine yol açmıştır. Savaşın ağır yükü içinde gelen bu barış ümidi sevinçle karşılanıyordu.

Şu tespiti yapabiliriz: Osmanlı yöneticileri, Türk aydınları ve Osmanlı basını Bolşevik Devrimi ile pratik ihtiyaçlar ve çıkışsızlıkta bir ümit arayışı zemininde ilgilendiler. Bunu, tarihsel sürecin dehşeti ve öğrenme sürecinin birlikteliği şeklinde ele almak gerekiyor. 1917’de barış ümidi, 1918’de kaybedilen toprakları geri almak, savaşın bitmesi ve Anadolu’nun işgali ile beraber Rus desteğine duyulan ihtiyaç, üç tarz-ı siyasetin fikrî arayışları şeklinde teorinin pratiği takip ettiği bir yönelimdi bu. Bu tarihsel dönemle beraber ilerleyen fikrî tartışmaları başka bir yazıya bırakarak Bakü’ye bakalım.

Bolşevik Devrimi, Osmanlı İmparatorluğu’nun imdadına tam zamanında yetişti. Şubat Devrimi’ni geriden ancak Batı ajanslarını takip ederek veren Osmanlı basını Ekim Devrimi’ne daha çok yer vermiştir. Bunda etkili olan Lenin’in Müslümanlara çağrısı ve barış isteğidir. Fakat daha devrimden önce (1916) ilk röportajı hemşerisi Yusuf Akçura yapıyor. İkisi de Kazan Simbirsk doğumludur. Osmanlı basınında Lenin’e dair övgüler var. Bu hem baş belası Çarlığın yıkılışı ve hem de Osmanlı’nın çok zorlu bir devrinde ortaya çıkan umutla ilgilidir. Komünizmle yönelik bir anlama çabasının da olduğunu görüyoruz. “Türklerin teorisi en yakın pratikleridir” tespitine uygundur. Doğrusu, tarihsel dönem o kadar karışıktır ki bilinmezlik, değişen koşullar ve çeşitli ittifaklar içinde pratiğin teori üzerindeki etkisi kaçınılmazdır. Bolşevik İhtilali’nin Osmanlı basınındaki yansımalarını Uğur Kocabaşoğlu ve Metin Berke’nin Bolşevik İhtilali ve Osmanlılar kitabında bulabiliriz. Birkaç örnek verelim. İkdam Gazetesi, “Aferin Bolşevikler!” diye yazıyor. Vakit’te “Mösyö Lenin’in” İşçi ve Asker Sovyeti’ne yaptığı konuşmadan sözleri aktarılıyor. “Bu kanunlar yalnız Rusya için, değil tekmil dünya için yeni bir devir açacaktır.” Vakit Gazetesi’nin 27 Kasım 1917’deki sayısında Ahmet Emin imzalı “Yarınki Rusya” adlı başmakalede şunlar yazıyor: “Bugün Petersburg’da bir Lenin-Troçki hükümeti mevcut bulunuyor. Bu hükümet her türlü fütuhat emellerinin aleyhindedir, ve pek yüksek ve saf gayeleri vardır. Rusya’ya en müfrit sosyalizm gayelerinin icap ettirdiği tarzda bir idari şekli vermek istemekle kalmıyor, Rusya’da atılan adımlar sayesinde bütün insaniyetin büsbütün yeni ve mes’ut mevcudiyete mazhar olacağına ciddi surette inanıyor.” Örnekleri uzatmaya gerek yok. Şu tespiti yapabiliriz: Osmanlı yöneticileri, Türk aydınları ve Osmanlı basını Bolşevik Devrimi ile pratik ihtiyaçlar ve çıkışsızlıkta bir ümit arayışı zemininde ilgilendiler. Bunu, tarihsel sürecin dehşeti ve öğrenme sürecinin birlikteliği şeklinde ele almak gerekiyor. 1917’de barış ümidi, 1918’de kaybedilen toprakları geri almak, savaşın bitmesi ve Anadolu’nun işgali ile beraber Rus desteğine duyulan ihtiyaç, üç tarz-ı siyasetin fikrî arayışları şeklinde teorinin pratiği takip ettiği bir yönelimdi bu. Bu tarihsel dönemle beraber ilerleyen fikrî tartışmaları başka bir yazıya bırakarak Bakü’ye bakalım.

Bakü’den Bakü’ye: Petrol İçin Savaştan Doğu Halklarının Kurultayına

Bolşevik Devrimi ile Bakü Kurultayı arasındaki süreç Sovyetler için ayakta kalma savaşıydı. Türkler için 1918’e kadar 1877 sınırlarına geri dönmek planları söz konusuydu. Türklere bu olanağı sağlayan Brest-Litovsk antlaşmasıydı. Brest-Litovsk tam bir sinir harbiydi. Troçki oyalama yolunu izliyordu. Öncesinden başlayalım.

Sean McMeekin, Brest-Litovsk görüşmeleri sürecindeki mücadeleyi ve Bakü için yapılan çatışmaları ayrıntılarıyla anlatır. Yazının uzaması pahasına, Bakü Kurultayı’na giderken Bakü’nün önemini vurgulamak ve meseleye farklı açılardan bakabilecek bir zemini belirtmek için kısaca özetleyebiliriz.

3. Ordu’ya 3 Aralık’ta iletilen Rusların ateşkes isteği 17-18 Aralık gecesi Bütün Osmanlı cephelerinde yürürlüğe girdi. İstanbul’da ciddi bir gıda sorunu vardı; en başta tahıl geliyor. Sıkıntının kış aylarında sürmesi halinde Alman varlığının öfkeli Türk kalabalıkların hedefi olma ihtimali söz konusuydu. Başkentte gıda tayini yetersizken cephelerdeki durum çok daha kötüydü. Von Sanders’in dediği gibi, “Askerler yarı aç ya da açlıktan ölmek üzere ve paçavralar içinde”ydi. Rusya’nın Türkiye’ye karşı savaşını sona erdiren Kerensky, Sovyetler ya da Rus halkı değil Lenin’di. Lenin’in bütün cephelerde teslim olma kararı Osmanlı Devleti’nin ayakta kalabilmesi anlamına geliyordu. Üstelik Talat Paşa devrimle beraber, “Türkiye’nin Şark İmparatorluğu’nu gerçekleştirme yolunun açıldığı” kanısındaydı. Sabah ve Tasvir-i Efkâr gibi gazeteler Transkafkasya ve Doğu Anadolu’daki toprakların derhal geri alınmasını tartışıyordu. Bu yolu açan Brest-Litovsky’deki mütareke olmuştur. Türkiye’nin Rusya ile 1914 sınırlarına dönülmesi değil 1877-78 savaşından önceki sınırlara dönme söz konusuydu. Rus petrol sanayisinin merkezi ve Hazar’a giriş kapısı Bakü’nün yanı sıra Türki Orta Asya bile gündeme gelebilirdi. Daha o günlerde Enver Paşa’nın kafasında beliren bir fikirdi bu.

Lenin’in derdi Çarlık ordusunun dağılışını hızlandırarak karşı devrimi bertaraf etmekti. Fakat bu durum Alman ve Türk planlarının seyrini değiştiriyordu. Almanya, Polonya, Ukrayna gibi bir dizi yeri geri istiyor ve tahıl sorununu Ukrayna’dan halletmek istiyordu. Lenin’in ateşkes ve Brest-Litovsk hamlesi Avrupa genelinde devrimlerin patlak vermesi için yeterli zaman kazanmaya yönelikti. Troçki Avrupa’daki işçilerin Bolşevik Devrimi’ni anlamalarına zaman sağlamak için müzakereleri mümkün mertebe ertelemek gerektiğini düşünüyordu. Sürekli bir oyalama taktiği izledi.

Sabah ve Tasvir-i Efkâr gibi gazeteler Transkafkasya ve Doğu Anadolu’daki toprakların derhal geri alınmasını tartışıyordu. Bu yolu açan Brest-Litovsky’deki mütareke olmuştur. Türkiye’nin Rusya ile 1914 sınırlarına dönülmesi değil 1877-78 savaşından önceki sınırlara dönme söz konusuydu. Rus petrol sanayisinin merkezi ve Hazar’a giriş kapısı Bakü’nün yanı sıra Türki Orta Asya bile gündeme gelebilirdi. Daha o günlerde Enver Paşa’nın kafasında beliren bir fikirdi bu.

Enver Paşa elviye-i selasenin yeniden imparatorluğa katılmasını müzakere etmek için 22 Aralık’ta bir Kafkas heyeti oluşturdu. Türkiye Kafkasya’ya girmek istiyordu.

Troçki müzakereleri bizzat üstlenmişti. Herkesin kolay boy ölçüşebileceği biri değildi. Oyalama taktiğini sürdürdü. Konuyu sürekli soyut bir mecraya çekti. Egemenlik ve kendi kaderini tayin hakkı üzerine akademik bir tartışmaya dönüştürdü. Müzakerelerde bu akademik tartışmadan sıkılan Alman general Max Hoffmann Polonya ve Baltık bölgesinin büyük bölümü dahil olmak üzere Alman birliklerince işgal edilmiş toprakların Rusya’dan kopacağı bir planı dayattı. Troçki zor durumdaydı, ya küçük düşürücü bir barışı onaylayacak ya da savaş kararı verecekti. Bolşevik Parti’deki tartışmalarda bütün ihtimaller masadaydı. Lenin’in sert hükümler içerse bile Almanya ile hemen bir barış imzalama önerisi 65 oydan 15’ini aldı. Buharin’in savaşı yeniden başlatma önerisi ucu ucuna çoğunluğu elde etti. Savaşı Rusya’nın kaybedeceğinin apaçık olduğunu ileri süren Troçki, ekimde Bolşevik darbesinin zamanlaması konusunda bulduğu çözümü hatırlatan yeni bir mahirhane uzlaşmayı ortaya koydu. Yapılması gereken savaşın bittiğini duyurmak ama Almanya’nın dayattığı ilhakçı bir barış anlaşmasını onaylamaktan kaçınmaktı. Böylece savaş halini askıya almak ve şatafatlı bir propaganda jesti ile Rus ordusunu terhis etmek aynı anda iki şeyi başarmak demekti. Birincisi Hohenzollern tahtının ajanları oldukları yolundaki yaygın inancı yıkmak ve ikincisi anlaşmanın bir meşruiyet taşımadığını Alman süngüleriyle Rusya’ya kabul ettirildiğini bütün dünyadaki işçi sınıflarına açıkça göstermek. Troçki’nin meşhur “ne barış ne savaş” yaklaşımıydı bu.

Lenin’in sert hükümler içerse bile Almanya ile hemen bir barış imzalama önerisi 65 oydan 15’ini aldı. Buharin’in savaşı yeniden başlatma önerisi ucu ucuna çoğunluğu elde etti. Savaşı Rusya’nın kaybedeceğinin apaçık olduğunu ileri süren Troçki, ekimde Bolşevik darbesinin zamanlaması konusunda bulduğu çözümü hatırlatan yeni bir mahirhane uzlaşmayı ortaya koydu. Yapılması gereken savaşın bittiğini duyurmak ama Almanya’nın dayattığı ilhakçı bir barış anlaşmasını onaylamaktan kaçınmaktı.

Müzakerelerin ayrıntıları uzundur. Almanlar Troçki’yi her anlamda sıkıştırdılar von Kühlmann Troçki’ye 24 saat içinde antlaşmayı imzalamazsa savaş haline döneceğini söyledi. Troçki Rusya’nın savaşı bıraktığını ve ordularını dağıttığını ama “toprak ağalarınca ve kapitalistlerce hazırlanmış bir barış”ı imzalamayacağını duyurdu. Artık Almanya ve müttefikleri savaştan bezmiş halklarına ordusu olmayan bir ülkeyle neden savaştıklarını açıklamak zorunda kalacaktı. General Hoffman, “duyulmamış şey” diye kekeledi. ABD istihbarat subayı Albay Raymond Robins Troçki’yi “her tarafından puştluk akan biri ama İsa’dan sonra gelen en büyük Yahudi” olarak nitelendiriyordu.

Troçki’nin oyalamalarından duyulan bezginlikle Osmanlı cephesinde ilerleme vardı. Vehip Paşa’nın komuta ettiği 3. Ordu Trabzon’u aldı. Erzincan-Erzurum cephesinde Kazım Karabekir Paşa tarafından yeni oluşturulan 1. Kafkas Ordusu 24 Şubat’ta Mama Hatun’u birkaç gün sonra Erzincan’a aldı. Osmanlı birlikleri 4 Nisan’da Sarıkamış’a girdi, Vehip Paşa Ardahan’ı birkaç günde aşıp 12 Nisan’da Batum’u teslim aldı. 1. Kafkas Ordusu 25 Nisan’da Kars’a girdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun kırk yıldaki toprak kayıplarını telafi edişi iki ayda tamamlanmış oldu.

Transkafkasya’yı kimin kontrol edeceği belirsizdi. Bolşevik olmayan çeşitli eğilimlerdeki sosyalistler Ukrayna Radası’na[1] benzeyen ve Seim adı verilen bir ön parlamento kurdular. (Çoğunlukla Gürcü Menşevikler, Ermeni Taşnaklar ve birkaç Azeri Tatarı tarafından) Antlaşmaya yetiştiremedikleri için ilginç bir şekilde Türklerce tanınma umuduyla Trabzon’a temsilciler gönderildi. Almanların Ukrayna Rada’sını kontrol ettikleri gibi Osmanlı paşaları için de Seim aynı olabilirdi. Bütün Transkafkasya demiryollarının Türkler tarafından serbestçe kullanılmasını Seim’e dayattılar. Hedef Bakü’yü almaktı.

Bakü’nün petrol yatakları Transkafkasya’da en çok çekişmeye konu olan bir ganimetti. Ruşeym halindeki Azerbaycan hükümeti kente hâkim değildi; Osmanlı ordusunu davet etmişti. Almanlar kente ulaşma ve Bolşeviklerin kenti onlara bırakmasını sağlamak peşindeydi. Alman askerlerinin Gürcistan’ı aşmasıyla ve Türklerin Batum’a takviyeler çıkarmasıyla Bakü için yarış hız kazandı.

Ludendorff Enver Paşa’dan kuvvetlerini Brest-Litovsk’da mutabık kalınan sınır hattına çekmesini istedi. Enver Paşa’ya Karakilise’de Almanlarla Ermenilerin birlikte çarpıştıklarını bildiren Vehip Paşa baskıya boyun eğmeyerek Gürcistan içlerine yöneldi ve Alman birliklerinin birkaçıyla karşı karşıya geldi. 10 Haziran’da Türkler ve Almanlar arasında ilk silahlı çatışma yaşandı. Sayıca zayıf Almanları yenen Türkler çok sayıda esir aldı. Ludendorff Enver paşayı uyararak esirleri vermemesi halinde 200 bine varan askerlerini çekeceğini belirtti. Enver Paşa isteksizce buna uydu Vehip Paşa’ya güneye çekilme emrini verdi.

Geri adım taktik amaçlıydı. Gürcistan’ı Almanlara bırakırken Vehip Paşa’ya Azeri Tatarlarının Bakü’den kaçtıktan sonra merkez edindikleri Yelizavatpol’e ilerlemesini söyledi. Amcası Halil Kut Paşa’yı Mezopotamya’dan çağırdı Nuri Paşa’yı Türk nizami askerleri, Azeri Türkleri ve Müslüman gönüllülerin oluşturacağı İslam ordusunun komutanlığına atadı. Bakü’nün 80 kilometre kadar yakınına vardı.

Batı Cephesi’nde Almanya’nın talihi kötü gidiyordu. Fakat Doğu Cephesi’ndeki imkânlar sonu gelmez gibiydi. Doğu Cephesi’nde her tarafta müthiş bir kargaşa ve rekabet yaşanırken Bakü için mücadelede kızışmaktaydı. Enver Paşa’ya karşı Bolşevik Moskova’nın ve Berlin’in çıkarları uyumluydu. Troçki’nin ileri sürdüğü gibi, Bakü stratejik anlamda Moskova’dan daha önemliydi. Oradaki petrol olmazsa Rusya’nın demiryolu şebekesinin büyük bir bölümü ve Volga’daki gemi ulaşımı duracaktı. Alman hükümeti Türklerin durdurulmasını kabul etti. Bu söz karşısında Bolşevikler Berlin’e Bakü yöresinde çıkan petrol ürünlerinden %25’lik kalıcı bir kota vermeye razı oldu. Enver Paşa diplomatik baskıyla durdurulmazsa Azerbaycan için kapışmayı göze alan Almanlar, iki Alman bataryası ve üç sahra topçu bataryasını Tiflis’e gönderdi.

Transkafkasya’yı kimin kontrol edeceği belirsizdi. Bolşevik olmayan çeşitli eğilimlerdeki sosyalistler Ukrayna Radası’na  benzeyen ve Seim adı verilen bir ön parlamento kurdular. (Çoğunlukla Gürcü Menşevikler, Ermeni Taşnaklar ve birkaç Azeri Tatarı tarafından) Antlaşmaya yetiştiremedikleri için ilginç bir şekilde Türklerce tanınma umuduyla Trabzon’a temsilciler gönderildi. Almanların Ukrayna Rada’sını kontrol ettikleri gibi Osmanlı paşaları için de Seim aynı olabilirdi. Bütün Transkafkasya demiryollarının Türkler tarafından serbestçe kullanılmasını Seim’e dayattılar. Hedef Bakü’yü almaktı.

Bakü konusundaki bu anlaşmazlık Berlin ile İstanbul arasındaki zaten azalan güveni bozdu. Ludendorff, 4 Ağustos’ta İngiliz Kuvvetleri’nin Bakü’ye vardığı gün, İslam ordusunun Bakü’ye yürümesi halinde Osmanlı İmparatorluğu’ndan bütün Alman subayların çekileceği yönünde sert bir tehditte bulundu. Almanlar İslam ordusunu sabote etmek amacıyla Azerbaycan’ı Gürcistan ve Batum’a bağlayan bir demiryolu köprüsünü yıktılar. Nuri Paşa bu düşmanca eylemin öcünü almak için Almanların Azerbaycan’a birlik göndermesini önlemek üzere bir karayolu köprüsünü havaya uçurdu. Enver Paşa bütün Alman dostu iddialarına rağmen, Bakü’yü ele geçirme şevkine uygun olarak, kardeşine Hazar yolunda karşısına çıkabilecek Alman birlikleriyle çatışma iznini açıkça verdi. İngilizlerle de çatışmalar yaşandı.

Bakü’nün 15 Eylül’de alınışı İstanbul’da büyük kutlamalara sebep olmadı; çok az kutlama yapıldı. Çünkü Brest-Litovsk ayartmasına kapılarak Rusya içlerine çekilen Enver Paşa ve Türkler güney ve batı sınırlarındaki kuvvetlere yeterli dikkati göstermemişlerdi. Almanlar da doğudaki zaferin getirdiği kazançların keyfini uzun süre çıkaramadı. Savaşın kaderini belirleyen gelişmeler başka yerdeydi. (McMeekin, sf. 365-388)

Doğu cephesinde bunlar yaşanırken aslında savaşın sonuna gelinmişti. Bulgaristan’ın düşmesi ile başlayan süreç İttifak Devletleri’nin savaşı yenilgiyle bitirmesiyle sonuçlandı.

Cihan harbini sona erdiren antlaşmalar Paris Barış Konferansı’nda hazırlandı. Buradan çıkan beş barış antlaşmasının ilki Almanya ile yapılan Versay sonuncusu Türkiye’ye dayatılan Sevr Antlaşması’dır. “Barış’a son veren barış” olarak adlandırılan Paris Barış Antlaşması Avrupa’ya savaş tohumunu ekti, Orta Doğu’yu sorunlar bölgesine dönüştürdü.

Türkiye işgalden çıkarak kendi yönünü çizebildi. Bu sıradaki olaylar ile Rus Devrimi’nin gelişimi, yönelişi ve Bakü Kurultayı arasında bağlar vardır.

Kaynaklar

1.) Alain Badiou, Pedrograd’dan Şanghay’a 20. Yüzyılın İki Devrimi, Vakıfbank Kültür Yayınları, İstanbul.

2.) Chris Harman, Halkların Dünya Tarihi/Taş Çağından Bin Yıla, Yordam Kitap, İstanbul.

3.) Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl/1914-1991 Aşırılıklar Çağı, Everest Yayınları, İstanbul.

4.) Jacques Pauwels, Büyük Sınıf Savaşı 1914-1918, Yordam Kitap, İstanbul.

5.) Sean McMeekin, Osmanlı’da Son Fasıl/ Savaş, Devrim ve Ortadoğu’nün Şekillenişi, YKY, İstanbul


[1] Verkhovna Rada (E.N.)

Yorum bırakın