Bir Radikal’in Günlüğü – 2020ler – 4

KAMİL KANİ AYGÖRDÜ

Merhaba günlük,

Bu saate kadar uyumuşum. Üstelik Ramazan da değil. Sesim borazan gibi, gözlerim şiş. Zaten normalde de terör örgütü liderlerini andıran gözaltı torbalarım bu akşama özel Interpol’ün top 10 listesinde. Ekranın beyazlığı gözlerimi kamaştırıyor. İnan odadaki en parlak şeysin ya da hayatımdaki kim bilir. Kısılmıyor mu bu? Evet ya ekranın dedim, parlak dedim. Annemin kuzeni eski bilgisayarını anneme söylemiş. Hiç fena değil bana kalırsa. Bir iki oyun da var. Bundan sonra sadece bakır tellerinle ve çizgilerinle değil; bitinle raminle de yol arkadaşım ve yoldaşımsın.

Dün gece horultularımla uyanmış annem. Alışık değil tabi kadıncağız horlama sesine. Yıllardır duymuyor horladığımı. Çocukken çok horlardım. Dayımlara oturmaya gittiğimiz akşamlar eve dönerken annemin omzuna yaslı kafama tatlı esen yaz rüzgârı değerdi. Eve doğru salınırken bir sağa bir sola… Bir defasında yatağıma usulca konarken uyandığımı, uyanırken nefesimin horultuma karıştığını hatırlarım. İlk defa kendimi horlarken yakalamıştım. Dedikleri kadar vardım. Eskiden ne çok giderdik dayımlara. Sobanın üstünde yanan mandalina kabuğunun kokusu geldi yine burnuma.

Geceleri horultu duymayan annem gündüzleri bedelini ödetmez mi? Vay efendim ölü gibi uyuyormuşum, deprem olsa enkaz altında kalsak yedi düvel gelse beni uyandıramazmış, bunlar hep kendimi koyverdiğimden oluyormuş, akşamları vaktinde uyusam sabahları erkenden kalkıp düzenli bir kahvaltı yapsam böyle olmazmış, eli ayağı düzgün bir işim olsa beni adam eder, hem bu gecelerimi katleden umarsızlığı da silip atar, hem beni disipline edermiş… Nereden duyduysa… Disiplin dedim anne, şirk gibi bir şeydir. Disiplin, sadece hapishanelerde olmaz. Okullarda, hastanelerde, camilerde ve iş yerlerinde de olur. İnsanı insana maymun eder. Ki insan maymundan gelmişse bile günün sonunda maymun yarım akıllı bir şey. Disiplin istemiyorum annecim, aklımı, özgürlüğümü ipotek etsinler istemiyorum. Diyemedim tabi. Kahvaltımı yapıp çıktım evden.

Dayıma uğrama sıklığım iki ayın altına inerse benim için trip çanları çalmaya başlar. Pek belli etmez ama susmaz da. Niye uğramıyorsun, uğramıyorsun bari ara, aramıyorsun bari telefonu aç. Uzun konuşur dayım. Vaaz etmeyi sever. Diyaneti sevmez. Alaylı vaizdir. O konuşurken dinler insanlar. İnsanlar dinlerken konuşur, sessizlikten korkar. Anne tarafım komple sessizlikten korkar. İki kişinin karşılıklı olarak sadece bakıştıkları bir sahneyi asla göremezsin. Dayım böyle anları soru sorarak bozar. Okul nasıl gidiyor? O işle alakalı var mı bir gelişme? Sizin arkadaşlardan şöyle böyle niteliklere sahip bir tanıdığın var mı? Takmış bizim arkadaşlara. Dayıcım gelmez sana bizim arkadaşlar, hem yok benim öyle o kadar arkadaşım filan. Varsa da asi ruhludur. Anlaşamazsın. Benimle anlaşamadığın gibi. Ama özler beni dayım. Elin oğlunu özlemez de. Ben de dayımı özlerim Allah var. Göresim gelmez ama özlerim.

Dükkân bozması mekanına varınca, doldurdum demli çaydan bir çay bardağı kara çay. Yazıhane sıcacık. Çay ocağı buz gibi. Yazıhanenin camları pimapen. Tüm bir hanın soğukluğu var çay ocağında. Nazım abi de tripleniyor bana çayın çöpünü dökeceği yerde. Nazım abi hanın çaycısı. Ama en çok dayımın çaycısı. Atışıyorlar ne dayımın yengemle ne de Nazım abinin karısıyla atışmadığı kadar… Aynı odada da pek durmazlar, hassaten dayım sigarayı bırakıp odayı sigarasızlaştırdığından beri.

“Bu dükkânda bir gün sigara içilir, bir gün içilmez, bugün içilmeyen gündür!”

Evet dayıcım evet!

Fiziksel olarak birbirlerinin tam zıddı olsalar da Nazım abi tüm tonlamasıyla, el kol sallamasıyla ve gözlerini belerterek konuşmasıyla aynı dayımdır. Ya evet. Aşırı benzerler birbirlerine. En çok da şakaları benzer. Eşek şakaları…

Nazım abi çay ocağında ağzında sigara görünce beni, “niye uğramıyorsun hayırsız” diyerek başlar sözlerine. Her zaman. Şaşmaz. Bak Nazım abi! Beraber sigara içiyoruz diye… Ben de seviyorum muhabbetini. Çocukluğum saklı Nazım abinin çay ocağında. Ama bu dükkân, bu han… Niye uğrayayım diyorum içimden. Takılmak için cevap veriyorum.

“Uğra bir gün, bizim okula gidelim ortamlara sokayım seni.”

Mümkün değil böyle bir şey biliyorum. Vefasızlık damgasını üzerimden silecek en doğru hamleyi yapmaya çalışıyorum sadece. Vefasızlıkmış. Vefasızlık. Bir çeşit borçluluktan azade olma hali yani.

Ibibo Briggs’e ait True Friendship Painting adlı çalışma.

Birisi çıkacak karşına ve diyecek ki biz dostuz. Adını kendi koyacak yani. Sonra da gelip hesap soracak. “İnsan dostunu bu kadar süre aramadan durabilir mi?”

En büyük varsayımsal yanlış, dostluk. Dostluk varsayılamamalı. Yok da sayılamamalı tamam. Ya vardır ya yoktur. Ya da biraz vardır. Dost olmak için birisiyle vakit geçirmen ve paylaşımda bulunman gerekir. Keyifli bir etkileşim icap eder. Keyifli etkileşim varsa dost olursun. Dost olunca etkileşim kurmazsın, etkileşim kurunca dost olursun. Dostluk skaler olmaktan çok vektörel, yani yönlü bir büyüklüktür aslında. Kim neyi tercih ederse ona yönelir. Yöneldiği ötekini dost sayar. İşte bu yüzden insanların birilerine “VEFASIZ!” diye kızarken yaptıkları mantık hatası korelasyon ve nedensellik arasındaki fark gibidir. Korelasyon birlikte hareket etmek demektir, nedensellik ise bir olgunun diğer bir olguya sebep veya gerekçe olması. O yüzden dostluk ve vefasızlık ilişkisinde ters yönlü nedensellik problemi vardır. Tıpkı hastaneye giden insanların sağlık durumunun daha kötü olması gibi. Anlatayım…

Hastaneye gitmek sağlığı olumlu etkiler mi? Sezgisel olarak evet. Fakat hastanelere giden insanlarla hastanelere gitmeyen insanların sağlık durumlarını kıyaslarsak hastaneye gidenlerin çok daha sağlıksız olduklarını fark ederiz değil mi? Dışarıdan baktığında hastaneye gitmeyen insanın sağlık durumu, hastaneye giden insandan iyidir. Öyleyse hastane sağlığı kötü etkiliyor. Diyebilir miyiz? Hayır bu doğru değil. Ben hastaneye gitmeyi ısrarla reddeden biyolojik açıdan sağlıksız bir ferdim. Fakat hastaneye gitmeye zaten gerek duymadığı için gitmeyen sağlıklı bir insan olsaydım eğer, o zaman sağlıklı olmak benim hastaneye gitmeme kararımın sebebi olurdu. Al işte kapı gibi ters yönlü nedensellik problemi. Hastaneye gitmek ve sağlık durumu arasındaki korelasyon bize hastane ve sağlık arasında nedensel ilişkinin ters yönlü nedensellikten muaf tutulmamış halini gösterir sadece.

O halde dostluk, etkileşim kurmaya gerekçe olamaz. Etkileşim dostluğu var eder. Bu durumda düşük etkileşim mantıksal bir çelişki yaratmaz. Aramadıysam o kadar da dostum değilsindir de ondan aramamışımdır.

Yol arkadaşlığı böyle değil tabi. Bir ödev olabilir yoldaşlık. Yüklü bir inanç uğruna asgari düzeyde de olsa keyifli veya keyifsiz etkileşimin en meşru gerekçesi.

Ortak inanç dostluk ve etkileşim arasında kurulan çoğu yanıltıcı nedensel ilişki içerisinde sıklıkla göz ardı edilen bir büyüklüktür. Ortak inanç varsa ilişkinin büyüklüğü daha isabetli ölçülebilir. Hesap sormak da böylelikle mümkün olur.

Bu sebeple çoğu durumda vefasızlık gömleğini yerinerek değil övünerek giyebilirim üstüme.

Nazım abi, muhafazakarlığın ete kemiğe bürünmüş halidir. Dayımdan en büyük farkı, taşralılığı. Bak ama şu da var… Dayım onca siyasi geçmişine rağmen hiç bilmez solcu marşlarını. Nazım abi nerden nasıl duyduysa ağzından düşürmez ilahi gibi. Beni görünce de hemen mırıldanmaya başlar tok ve çirkin sesiyle. Kimse de bilmez ya. Terörist de demezler Nazım abiye. Askerde bir mp3 bulmuş içinde ne varsa aylarca aynı şarkıları dinlemiş. Ezbere biliyor tüm marşları. Ah ulan Nazım abi. Ne işin var benim günlüğümde.

Klavye başında uzattıkça uzatıyor insan. Kalemle yazmak gibi değil.

Dayım. Soruyor ben cevaplıyorum. Dayım soruyor. Ben cevaplıyorum. Dayım soruyor ben. Cevaplıyorum. Azıcık sus be dayıcım televizyon falan izleyelim.

Dayım Yalçın’ı da tanıyor, annemden duymuş. Anlatmadım tabi Yalçın’ın puştluğunu. Ama bilir benim hallerimi. Bilir bilmesine de… Ben. Sormuyorum ama dayım konuşuyor. Ben sormadıkça dayım. Evet daha fazla konuşuyor. Yalçın denen puşt, dayımın eskilerden arkadaşı. Ne bileyim ben, yeni öğrendim.

Bunların da alayı birbirini tanıyor.

Olsun. Özlemişim dayımı. Ama Nazım abinin çay ocağında dayıma gözükmeden sigara içerken insanın en devrimci duygularını gıdıklayan marşlar dinlemeyi daha çok özlemişim…

Neyse ki vefasız geldim, vefasız giderim bu hayattan.

***

Neden unutmuyorum yediğim kazıkların hiçbirini. Neden geceleri rüyamda tekrar tekrar lise günlerimi görüyorum. Çok mu acılar biriktirmişim içimde? Ne çok duygular mı sığdırmışım gencecik bir bedene?

Saçmalık.

Bu dünyada insanın başına gelebilecek en büyük felaket unutmamak, unutamamaktır. İnsana unutamazsa hayatı zindan olur en çok. Aile büyüklerimin çoğunun kanserden hayatını kaybettiğini ve bir gün bu illetin dönüp dolaşıp beni de bulacağı gerçeğini unutamıyorum. Genlerim çekiyor. Geçirdiğim güzel zamanların bir daha asla geri gelmeyecek olduğu düşüncesini unutamıyorum. Öfkemi unutamıyorum mesela. Lisede okurken hiçbir suretle hissetmediğim, üniversite yılları boyunca ise pençesinden kurtulamadığım delişmen öfkeyi unutamıyorum. Unutmayanlar acı içinde ölürler. Bir tek bunu unutmasam yeter bana hacım… Ölümden korkuyor değilim, onu huzurla karşılayamamak korkum.

Unutunca değerini kaybedenler, hatırlanırken de değer ifade etmeyenlerdir.

“Maziye karışır sevda yeminim, unuttum bir anda seni, eminim!”

Geceye unutulmuş bir öfke bıraktım. Uykudan uyanınca pencere önünde içtiğim yoldaş sigara sayesinde unuttum sert nefreti. Neden her gece lise arkadaşlarımı görüyorum rüyalarımda? Hiçbirinden nefret de etmiyorum oysa.

 ***

Sevgili günlük,

Gün yine Pazar’a döndü. Hafta sonları daha uzun uyuyor olmak neden? Hafta içini hafta sonundan ayıran kapitalist bir basınç olmadığı halde. O halde. Bugün. Bugün gün anneme verdiğim sözü unutarak başladım. Annem yalnız bir kadın olmasına rağmen gerçek anlamda bir sosyal kelebektir benim aksime (ben daha çok sosyalist bir kelebek oluyorum). Apartmanda tanımadığı kadın yok. Yine de benden istedi gezdirmemi. Bir gezme aşkıdır gidiyor bir süredir. Normalde sıkılırım annemle dolaşmaktan. Ne bileyim anneler dolaşmaz gibi geldiğinden midir nedense bir tuhaf hissediyorum annemi koluma takıp dolaşırken. Sanki muhakkak bir işi olmalıymış bir yerlerde. Bir yerden bir yere ancak önemli bir amaç için yürümeliymiş.

Otobüse binesi gelmiş. Ücretsiz seyahat hakkı tanıyor anneme siyasi otorite. Belki o yüzden istiyor gezmeyi. İsraf olmasın diye o tramvay senin bu metro benim binmek istiyor belki. İsraftan ölesiye korkar.

“DİN-DONNN! GÜLHAANE!!”

En senkronize duygularla iniyoruz, birbirimizi kaybetmekten korkarak.

“Ne güzel rengarenk ağaçlar var oğlum.”

Annemin koluma girmesini çok seviyorum. Tamam sıkılıyorum ama seviyorum da. Güçlü hissediyorum koluma girince.

“Senin bu malum arkadaşlarla görüşmüyor musun hiç?”

Termosuna çay doldurmuş yarım kadar boyumda bir çocuktan karton bardakta çay alıyorum annemin içi ısınsın diye. Daha da güçleniyorum.

“Nasıl geçti Gebze’deki adamla görüşme?”

Ne Gebze’si annecim ya. Adamın fabrikası Gebze’de, ofisi Tuzla’da. Kaç defa söyledim. Unutkanlığından bana da lütfet…

“Bir haber yok mu yavrum?”

Çok haber var. Aç televizyonu hangi kanala girsen tonlarca haber annecim. Ama değeri yok.

“Geçen gece duyduğumuz ses vardı ya. Dokuz numaradaki Fatih Bey karısını dövmüş o gece?”

Gerizekalı beyinsiz. Geçen de apartmanın önüne beynini tükürmüştü sığır. Tükürüğünün ve beyninin büyüklüğü yarışır.

“Köyde eski dedengillerin evinin önünde ahşap bir kaydırak vardı. Babam elleriyle yaptıydı. Dayın benden çok severdi kaymayı. Ne zaman kayacağı tutsa kaydırağın sonunda elimi yumruk yaparak beklerdim. Kaymazsa bir şey olmayacağını bilirdi ama kayarsa yolun sonunda yumruğumu yemeyi hak etmiş olurdu. Hem canı çeker hem korkar, kaydırağın tepesinde öyle ağlayarak anamı çığırırdı.”

Ersin. Mersin. Yumruğumu. Yersin. Ben küçükken böyle derdi çocuklar. Annem de küçükmüş bir zamanlar. Dayım ondan da küçükmüş. Doğan her şey küçüktür. Doğmamış ve doğurulmamış olan dışında her şey.

“Oğlum hiç demiyor musun kendi düzenim olsun kendi eşyalarım olsun kendi misafir odam olsun.”

Yuh anne! “E evdeki eşyalar senin mi yani?”

“Yok yavrum, hani kendinin olsun dersin dedim.”

Nasıl yani, laf mı şimdi bu? “Kendimin ya zaten… Ben anladım seni. Sen benden bıkmışsın. Anladım.”

“O nasıl söz yavrum anneler bıkar mı hiç?”

Çirkinleşeceğim.

“Anneler çocuklarını evlerinden kovmaya da çalışmaz.”

“Darılıyorum ama.”

“Ben de daralıyorum ama.”

“İyi tamam bir şey denmiyor sana.”

“E deme o zaman.”

Ev sahibi darlıyor annemi. Ev sahibi annemi bunalttıkça annem de beni bunaltıyor. Yıllar oldu hâlâ tanımıyorum ev sahibini. Bahsini duy, ama şükür hâlâ tanıdığım tek ev sahibi annem. Evinde ağırlıyor beni ama kiram çok yüksek sayılmaz. Biteviye laf işitmek, dert dinlemek, hastane işleri, bir de odayı temizlemem. Hepsi okey de şu odanın bir türlü “benim odam” olamaması ne can sıkıcı. Benim evden çıkmamla koşarak odaya giriyor. Döndüğümde her şeyiyle resetlenmiş oluyor oda. Penceresi dışında. Pencere hep aynı. Önündeki küllük boşalıyor sadece. Günden güne aktarılan tek şey hatıralar. Hatıraların birleştiği tek nokta pencere.

Siyasi otoritenin babam sebebiyle anneme lütfettiği ücretsiz seyahat hakkı tüketilemeyen ve devredilemeyen bir hak. Hava güzelse Üsküdar-Eminönü 20 dakikada git, yarım saat turla, 20 dakikada dön. Var mı böyle lüks? Ama tabi kolay hediye. Zorda kalana hediyenin en masrafsızı. Sıkıysa kirasını ödesene kadının!

Ev sahibi zam istiyormuş. Adamın bir sürü evi var bizim apartmanda. Almancı. 60larda amcası gitmiş. 70lerde bu gidiyor, sonra tüm kardeşleri. Almanlaşmayıp Türk kalarak yoksul bir yaşam sürüyorlar oralarda. Hatta daha da Türkleşiyorlar. Türkleştikçe içlerindeki imar aşkı cuşa geliyor. Gavur memlekette cuşa gelmek riskli. Ama güzel vatan öyle mi. Bir arsa bulup üç kardeş, orada biriktirdikleriyle dikiyorlar apartmanı. Şimdi biraz orda biraz burda, dediklerine göre.

Dokuz numaradaki tükürükçü şiddet faili Fatih söylemiş apartman toplantısında. Kirayı arttırmayı da ilk o kabul etmiş. Mal değneği. İnsan en azından köhne haliyle bile olsa hukukun kendisine sağladığı koruyucu hakları bilmez mi!

Halledeceğiz bir şekilde.

Eve döndük. Yemek yedik. Kitap okudum. Odamın duvarlarındaki rutubet izlerinden üç boyutlu cisimler hayal ettim.

Odam kireç tutuyor.


Önceki Yazılar:

Bir Radikal’in Günlüğü – 2020ler – 2

Yorum bırakın