Kayıp 1 Mayıs…

PART-TİME MEHMET

“Koca Mustâpaşa! Ücrâ ve fakîr İstanbul!
Tâ fetihten beri mü’min, mütevekkil, yoksul,
Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada.”
Y. Kemal Beyatlı

– Asım! Hadi gel eve artık.

– Anne tamam, gelicem birazdan.

– Asım hadi, iftara az kaldı! Al şunu da iki ekmek al gel.

– Tamam anne, geliyorum. (Hep Asım hep Asım evin en büyük çocuğuyum, abiyim ya ben. Hep Asım!..)

“Ekmek aptal toplumların efendisidir” demişti, reis-i cumhurun memleketlisi bir fırıncı geçen sene. Bunun üzerine toplumu kin ve düşmanlığa sevkten kısa bir süre hapse girince baya gündem de olmuştu. Hamurun aptallaştırıcı bir özelliği olduğu kesinlikle söylenebilir. Biz işçileşme dalgasında savrulan gençlik olarak iyi beslenemiyoruz. Elimize bir şekilde geçen birkaç kuruş sadece ortalama bir karın tokluğunu karşılayabildiğinden yatırımı mideye yapıp sağlıklı uyumak ve tekrara uyanmak varoluşumuza atıfta bulunamıyor. Hayat da düşünceler de esnekleşti artık. Ekmek, mide ve sindirim. Bitti. Ne gün ne de hayat bu bitiş ve kalkışa yol alamıyor. Oysa dertler ve duygular acı da verse yoldaştırlar bize. Bazen kötü yoldaşlar da olsa. O yüzden ekmekle değil günün sonunda omuza binen yüklerle beraber bedenen ve ruhen yorgunluğa yakılan bir sigara eşliğinde noktalanıyor gün. Adaletin bu mu dünya? (Gülden Karaböcek’ten)

Kıyısında köşesinde bir biçimiyle pozisyon kapmaya çabaladığımız bu dünyada ne işçi olabiliyoruz ne de işsiz, olmaz mı bizden hiçbir şey? Pişkin ekmek yediğimizden mi aptallaştık ve pişşkinleştik yoksa bütün bunlar bir hikâyeden mi ibaret? Yine bir sigara yakalım, dumanın keşmekeşi sürüklesin dertlerimizi ve duygularımızı, bir anlığına…

Kim milyoner olmak ister yarışmasında 1 milyonluk soruda görmüştüm küçükken. Heredot diye çok eskiden yaşamış tarihçi mi filozof mu ne varmış. Bu adam bir deney yapmış dil üzerine. İşte bir çocuğu doğar doğmaz bir odaya alıyorlar ve bu çocuk hiçbir dışsal müdahale olmadan belli bir süre geçiriyor, büyüyor ve konuşmaya başlayınca ilk söylediği bir kelime oluyor. Bu kelime nedir? Soru buydu. Yarışmacı yanlış cevap vermişti hatırlıyorum. Açıp videosuna da bakabilirim. Her şey kaydediliyor, imajlar dünyasında. Ancak ben yine de eski usul hatıralardan gitmeyi yeğleyeceğim. Ne de olsa henüz işçi olamadık, oluş halinde ve buna çok başka biçimlerde kendiliğinden bir şekilde direnmekte olan bir gençliğiz. İlk kelime “Bekos”muş. Bekos eski dillerden birinde ekmek demekmiş. Yani bizim Rizeliye şimdi insan özünde aptal mı dedirteceğiz? Buna direnmeli…

Alan Salisbury’ye ait, Four Hundred Year Old Bread Rolls with reference to works by Pieter Claesz isimli çalışma.

Emeğiyle çalışmanın ve hayatını sürdürebilmek için temel ihtiyaçları karşılamanın adı bizim toplumumuzda da başka toplumlarda da “ekmeğimizi kazanmak”, çalıştığımız mekân ise “ekmek yediğimiz tekne” olarak yer etmiş, yüzyıllar boyunca böyle söylenegelmiş. Hayat kavgası da “sınıf mücadelesi” denilen yoksul zengin ayrımına yapılan vurgu da ekmek mücadelesi olarak anlatılıp durmuş. Böyle bakınca ekmek adeta hayat kelimesinin gizli anlamı gibi duruyor. Aptallığımıza illa bir vurgu yapılacaksa bu düzenli olarak ekmek yediğimizden ya da pasta için savaşmadığımızdan olmamalı. Hayattaki her zorluğu, mücadeleyi, derdi içerebilen bu kavramı nasıl gözden kaçırıp da 1 milyonluk soruyu bilemediğimizden yapılmalı. Talihsizler (Müslüm Gürses’ten) mi diyelim, e yani işçi sınıfının da pek talihi yoktur içeriden bakınca…

Her gün vermek zorunda olduğumuz ve zaten veriyor olduğumuz kavgayı hatırlamak bazen kolay olmuyor. İçinde yaşadığımız koşullarda bir düzeyde iradesizleştiğimiz söylenebilir. Yani ekmeğin üzerinden yükselen dertleri ve duyguları küçümsememek gerekir. Bunlar da hamurun başka türlü bir mayası (Fazla mayalanmaması lazım tabi yoksa iyi pişmez). Ne de olsa insanız ve her gün bir iç savaşa uyanmanın ağırlığını taşımak kolay değil. Şimdi başka bir kadim kelimeyi meseleye dahil edelim. Bazen yoldan ayıran, bazen de yola sokan bir şeyi, yani kültür’ü.

Gündelik yaşamın tekrar ve taktiğini bütün cepheleriyle içeren, alışmaya, değişmeye ve çarpışmaya mecbur davranışlar, tutumlar, düşünceler ilh. … Kültür, işçi olmaklığın dışında bir varoluşa kapı aralamasıyla gündelik gelgitleri sağaltabilen, bazen unutturan bazen özgürleştiren bir düzleme taşıyabiliyor bizleri. İşçiden insana zıplama hali… Bu hayatta sadece ekmekle yaşamıyoruz, kültürle de yaşıyoruz. Birbirimizle çarpıştığımız, benzeştiğimiz hayatın somut ayrılıkları ve ortaklıkları kültürle vücut buluyor. Nasıl bir gençliğiz? Sorusuna verilecek ilk cevap ekmekle kurduğumuz ilişki ise (işçileşme dalgasında sürüklenen), ilkinin içinde yer alan ve onun üstüne çıkınca daha rahat gözüken ikinci cevap da kültürdür (ahlaki-politik tutumdur). Kültür sözün alanıdır. Masal anlatmanın, masala inanmanın, imanın, varoluşun özüne biçim vermenin, bedene yürek katmanın alanı… Hamurun mayasına dairdir. O yüzden bütün toplum tahayyülleri, halkanın içinden halkanın dışındakine konuşarak başlar. Kültür ayrıca Kocamustafapaşa’nın sıradan bir sokağında oturan yoksul bir ailenin çocuğu olan Asım’ın nasıl doğru yolda olacağının da bir tasarımıdır. Korkak, cesur, cahil ve hâkim Asım’lar hiç bilmeseler de kahreden ve yaratan olarak hep vardırlar ve daima üzerine konuşulanlar onlardır.

Buna rağmen Asım’ların adlarını az duyarız. Hayat hikayeleri pek kelime etmez çünkü. Örneğin Asım ilk zahidlerdendir. Bu kadar. Kâfi ve nokta. Asım, Hz. Muhammed’in yanında Mekke’den Medine’ye göç edenler arasında her işe koşturan yiğit, onurlu ve olabildiğince sıradan bir gençtir. Asım’lar feda edilebilenlerdir. Mekkeli müşrikler Hz. Muhammed’e haber yollayıp kendilerine görüşmek için bir heyet göndermesini istediklerinde göz göze gelinen kişidir Asım. Güvenilirdir. Başlarına geleceğini bile bile yanına yedi yoldaşını alıp Peygamberinin isteği üzerine göreve koşandır o. Beklendiği gibi tuzağa düşürülürler. Asım ve yoldaşları kanlarının son damlasına kadar Allah yolunda savaşırlar. Asım herkesin düştüğünü ve kendi bedeninden de kanlar aktığını gördüğünde iki şey diler Allah’tan. Peygamberinin başlarına gelenden haberinin olmasını ve bedeninin müşriklerin eline geçmemesini. Bu duası kabul olunur. Öyle bir yağmur yağar ki sel ortaya çıkar ve Asım’ın bedenini alır götürür. Bir daha bulunamaz Asım’ın bedeni. Kayıptır, hikayesi kalmıştır geriye.

Türkiye yüzyılı ve Asım’ın Nesli

“…Cumhurbaşkanımız Erdoğan, daha sonra salondaki gençlere, “Ahitleşmeye var mıyız?”, “Gençler, Türkiye Yüzyılı’nı birlikte inşa etmeye var mıyız?”, “Büyük ve güçlü Türkiye mirasına sahip çıkmaya var mıyız?”, “Kendimizi her alanda en iyi şekilde geliştirmeye var mıyız?”, “Bedenimizi sporla, ruhumuzu sanatla, kalbimizi inanç ve ibadetle diri tutmaya var mıyız?”, “Dünyayı ve ülkemizi kanser hücreleri gibi saran kötü alışkanlıklardan uzak kalmaya var mıyız?”, “İstiklalimizin ve istikbalimizin sembolü olan ezanımıza, bayrağımıza, vatanımıza, devletimize canımız pahasına sahip çıkmaya var mıyız gençler?” ve “Ülkemizin bütünlüğüne, milletimizin birliğine, insanımızın kardeşliğine gözünü dikenlerin başına gök kubbeyi yıkmaya var mıyız?” sorularını yöneltti. Gençlerin bu soruları “Evet” diyerek cevaplaması üzerine Cumhurbaşkanımız Erdoğan, “Rabbim hepinizden razı olsun. İşte, Asım’ın nesli budur. İşte, Türkiye Yüzyılı gençliği budur.”dedi.” (TÜGVA 7. GENÇLİK BULUŞMASI)

İstiklal Şairi Mehmet Akif’in Safahat’ının 6. cildi “Asım” ismini taşır. Asım, Mehmet Akif’in oğullarından biri değil onun babasının talebelerinden çok sevdiği Hocazade Köse İmam Tahir Efendi’nin oğludur. Akif burada Asım’ın babasının doğru yoluyla genç Asım’ın düştüğü yanlışlıklar ve keşmekeş içerisinde, cumhuriyetin kuruluş projesindeki siyasi, sosyal ve kültürel çalkantıların içinden uzun uzun tartışır. Asım’ın nesli’nin reis-i cumhurun tekrara yer bırakmayacak şekilde tarif ettiği gibi modern teknolojiyle donanmış ama kökleri ve vücudu bu vatanda yeşeren her şeyiyle doğru olan bir nesil olması gerektiğini tarif eder. Asım, kökleri mazide olan, şimdiden geleceğe uzanan yüce bir gençliğin sembolüdür, henüz haberi olmasa da.

Madalyonun, her gün ekmek kazanmayı mesele eden insanların yaşadığı günümüzdeki öbür yüzü ise başka şeyler anlatır. Asım her daim üzerine konuşulan bir kayıptır. Artık peygamberi yoktur. Gariptir. Öğrenciliği doğru düzgün becerememiştir. Parası da zamanı da pek yoktur zaten. AVM depolarında çalışır, tezgahtarlık yapar, garsonluk yapar, çekçek çeker, part-time öğrenci, part-time neyse odur ve hiçbiri olmak istemez aslında. İmanı da öyle söylendiği gibi kalmamıştır, iradesi kaybolmuştur, umudu yoktur Asım’ın. Yakarsa bu dünyayı garipler yakar masallarını da duymaz kulakları artık. Yakarsa garip bir asım en fazla bir sigara yakar. Küçük harflerle yazar ismini büyük hikayelerde pek yeri yoktur. Daha da ileri gider asım. Bu esnekliğin, yitimin, değersizliğin içerisinde yol bulamaz. Kayıp olur, kaybolmak ister. Tarihi başka türlü yorumlarcasına kendine yöneltir bulamadığı iradesini. Kendini yakar. Durumunu bilmesini isteyeceği bir peygamberi de olmadığından ekmek yediği ve kültürünü paylaştığı toplumunu hedef alır. Bir sabah kendini bırakır her gün kullandığı tren raylarına. Yiğit Asım’ın aksine bedeninin düşmanın eline geçip geçmemesini de önemsemez, parçalatır kendini. Tek bir sorusu vardır bu kez Asım’ın, tren raylarından bir uğultu olarak yükselen ve havaya karışan: Duyuyor musunuz?

Asım’ın nesli olan bizler duyulmadan, görülmeden, parçalana parçalana, çaresizce yitiyoruz. Bu cehennem ateşinde sigara yakılmaz. Kulaklarımızı açmak ve hanif olmak düşüyor bizlere. Kaybolmanın değil başka türlü bir varoluşun umuduyla adımlayacağız sokakları. Kaybolmuş 1 Mayıs bir yağmur damlasında bulunacak. Çünkü ben varım ve biz varız. Birçok şey için yetersiz olabilir ama başlamak için ve bir yola çıkmak için yeterli. Yürüdükçe inanacak, inandıkça daha büyük adımlar atacağız. Denemeye değer. Her şey Türkiye yüzyılı, bu iki Rizeliye inat, Asım’ın neslinin kendi masalı olsun diye..

Yorum bırakın