Örselenmiş Kadın Sendromu ve Meşru Savunma

YAĞMUR BİRDAL

“Kadınlar olarak siz erkeklere karşı neden silahlı mücadele vermediğimizi hiç merak ettiniz mi? Sebebi bu ülkede mutfak bıçakları kıtlığı olması değil. Çünkü, aksini gösteren tüm kanıtlara rağmen, sizin insanlığınıza inanıyoruz.” Andrea Dworkin

Kadının suç serüveni, erkeklere kıyasla oldukça farklı bir seyirde işlemektedir. Kadınlar farklı sosyalizasyon süreçlerinden geçerler ve elbette kadınların yaşam deneyimleri onların suçla ilişkisini de farklılaştırmaktadır. Ancak kadınlar hem hukuk sistemlerinde hem de kriminoloji alanında görünmez öznelerdir. Ne yazık ki kadınların yaşam deneyimlerinin merkezinde kadına yönelik şiddet durmaktadır. Kadına yönelik şiddetin engellenmemesinin sonuçlarından biri kadın cinayetleri ise, bir diğeri de kadının şiddet uygulayan eşini veya partnerini öldürdüğü ya da ağır yaraladığı olaylardır. Bu kadınlar feminist kriminolojide örselenmiş kadın izleği olarak kategorize edilmiş ve eşleri veya partnerleri ile tanışmasalardı muhtemelen suç işlemeyecek kadınlar olarak karşımıza çıkar.

Noor Bahjat’a ait Finding balance (2019) adlı çalışma. Kaynak: https://noorbahjat.com

Kadına yönelik şiddetin önlenmesi konusunda etkili politikaların olmaması, kadın örgütlerinin sıkça dile getirdiği bir sorundur. Şiddete maruz kalan binlerce kadın, müdahale olmadığı için şiddet gördükleri evlerde yaşamaya devam eder. Bu durum, kadınların hayatta kalma ve şiddetten korunma yöntemleri geliştirmesine neden olur, ancak bu süreç onların psikolojilerini olumsuz etkiler. Bipolar bozukluk, şizofreni, gibi psikolojik rahatsızlıklar, hipervijilans gelişebilir. Örneğin Ağrı’da çocuk yaşta evlendirilen Melek Karaarslan maruz kaldığı şiddetten dolayı akıl sağlığını yitirmiştir.

Şiddet karşısında kadınların kendini korumak için geliştirdiği tüm mekanizmalar kadınların kendi yaşam deneyiminin özgü koşulları ile farklı şekillerde ortaya çıkabilir ve her kadında aynı şekilde tezahür etmeyebilir. Bu noktada adli psikolog Lenore Walker tarafından 1970li yıllarda ortaya atılan örselenmiş kadın sendromu önemli bir yol gösterici olmaktadır.

Ancak kadınlar hem hukuk sistemlerinde hem de kriminoloji alanında görünmez öznelerdir. Ne yazık ki kadınların yaşam deneyimlerinin merkezinde kadına yönelik şiddet durmaktadır. Kadına yönelik şiddetin engellenmemesinin sonuçlarından biri kadın cinayetleri ise, bir diğeri de kadının şiddet uygulayan eşini veya partnerini öldürdüğü ya da ağır yaraladığı olaylardır.

Örselenmiş kadın sendromu, eş veya partner şiddetine bağlı olarak ortaya çıkan karmaşık travma sonrası stres bozukluğu semptomlarının sonucudur. Walker, sendromu şiddet döngüsü ve öğrenilmiş çaresizlik olarak iki ana bileşen üzerinde temellendirmiştir. Kadınların şiddete maruz kaldıkları ilişkilerde yardım istemelerini engelleyen, üç aşamalı bir şiddet döngüsünün bulunduğunu ortaya koymuştur. Birinci aşama gerginlik inşa sürecidir. Bu aşamada kadın, hafif olarak nitelendirilebilecek şiddete maruz kalır ve şiddet uygulayanı durdurmaya çalışırken, şiddeti kabul etmek istemez, kazara olduğunu düşünür ve partnerinin öfkesini azaltmaya çalışır. Ancak bu durum, yanlış bir iyileşme inancına yol açar; gerilim düşse de tehlike hissi devam eder. İkinci aşama şiddet evresidir ve bu evrede kontrol edilemeyen gerginlik nedeniyle şiddet artar ve öfke patlamaları yaşanır. Kadın bu dönemde, önleyemediği derecede ağır fiziksel, psikolojik veya cinsel şiddete maruz kalır ve artan şiddet seviyesi, onda yaralanma veya ölüm korkusu yaratır. Üçüncü aşama balayı evresidir. Şiddet uygulayan kişi sevgi dolu pişmanlıklar gösterir, hediyeler ve özürler sunar, tekrar etmeyeceğine dair sözler verir. Kadın bu jestlere inanıp, ilişkisindeki sorunları göz ardı edebilir. Ancak, Walker’ın çalışmalarına göre, bu “balayı” evresi, sevgi gösterisinden çok, sadece şiddetsiz bir dönem olabilir. Çünkü yaşanan şiddet öyle bir boyuta gelmiştir ki sevgi gösterilerinin olduğu pişmanlık seviyesine dönüşmemektedir. Şiddetin boyutu arttıkça, bu pişmanlık gösterileri azalır. Önemli olan, şiddetin devamlılığı ve her döngüde şiddetin artan yoğunluğudur.

Bu döngüden çıkma ihtimali olmadığını hisseden kadın kurtulma girişiminde de bulunmaz. Öğrenilmiş çaresizlik teorisi, bu kadının şiddet içeren ilişkisinden kaçmak yerine, yaşamını sürdürebilmek adına alternatif yöntemler geliştirdiğini gösterir. Şiddetin devamlılığı, toplumsal ve resmi destek mekanizmalarının yetersizliği, toplumsal normlar, ekonomik bağımlılık ve intikam korkusu gibi faktörler, kadının bu durumdan çıkışını güçleştirir ve kendisini çaresiz hissetmesine, şiddeti sonlandırma konusundaki inancını kaybetmesine neden olur.

Kadınların neden diğer seçenekleri değil de öldürmeyi tercih ettikleri, neden partnerlerini terk etmedikleri ya da neden terk ettikten sonra geri döndükleri gibi sorular, özellikle onların ayrılmaya çalıştıklarında en büyük tehlikeyle karşı karşıya kaldıkları ve şiddetin birikimli yapısının dikkate alınmasını gerektirir.

Kadın başa çıkma stratejileri geliştirir ve şiddet görmeyen kadınlara kıyasla aşırı algılanabilecek derecede güç kullanabilir, şiddet uygulayanı ağır şekilde yaralayabilir veya öldürebilir. Bu durumlarda, yargı sistemi genellikle erkekler için toleranslı bir yaklaşım sergilerken, kadınların bu eylemlerini kasten öldürme veya tasarlayarak öldürme olarak değerlendirmektedir. Yargının, kadının maruz kaldığı şiddeti dikkate almayıp, sadece sonucu ele alması ve kadınların eylemlerini meşru savunma olarak görmemesi, adaletin erkek merkezli kurallarından kaynaklanmaktadır. Bu kurallar, çoğunlukla erkekler arasındaki fiziksel çatışmaları temel alır ve kadınların deneyimlerini göz ardı eder.

Meşru müdafaanın, saldırıya uğrayan kişinin ciddi bir tehlike hissiyle ve bu hissin makul gerekçelere dayanarak hareket etmesini gerektirdiği hükümleri, erkeklerin savunma eylemleri için belirlendiğinde mantıklı görünebilir, ancak sistematik şiddet gören kadınların durumu bu çerçeveye sığmaz. Bu nedenle, kadınların şiddet karşısındaki savunma eylemlerinin meşru savunma olarak kabul edilmesi, ataerkil görüşleri ve standartları temel alan, ceza hukukunun temel kurallarının kadınların gerçekliklerini yansıtacak şekilde yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılar.

Sistematik şiddete maruz kalan kadının eyleminin Türk Ceza Hukuku bakımından meşru savunma kapsamında değerlendirilmesine ilişkin tartışmalar genellikle meşru savunma doktrinindeki bazı kuralların bu eylemler esnasında gerçekleşip gerçekleşmediği tartışmalarına dayanmaktadır. Meşru savunmadan bahsedilebilmesi için bir gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak bir saldırının varlığı aranır. Basit bir anlatımla kadın bir saldırı altındayken şiddet uygulayan eşini öldürebilir veya tekrarlanacağından emin olduğu bir saldırının varlığı durumunda eşini öldürebilir. Kadın ve erkek arasındaki güç asimetrisi düşünüldüğünde muhtemel bir karşılaşmada kadının erkeği öldürmesi oldukça düşük bir orandır. Böyle bir karşılaşmada bir kadın, eşini partnerini öldürüyorsa saldırı var mı yok mu tartışması yapılmamaktadır. Çünkü olay tam olarak geleneksel meşru savunma doktrininin istediği gibi olmuştur. Ancak saldırının tamamen sona erdiği, aradan belirli bir zamanın geçtiği veya saldırganın uzaklaştığı durumlarda saldırının bulunmadığı kabul edilmekte, bu saldırıya karşı yapılan savunma meşru sayılmamaktadır. Örneğin kadının kocası televizyon izlerken, uyurken onu öldürmesi durumunda meşru savunma hükümlerinin tartışılması oldukça zordur. Bir kadının sistematik şiddete maruz kalmasının ne anlama geldiğini idrak edemeyen bir yargı sistemi, saldırının var olup olmadığına ilişkin tespiti yapabilecek mekanizmalardan ve algılayıştan yoksun olduğundan bu koşul tartışmalı hale gelmektedir. Yargı sistemi kadın kocasının eve geldiği zaman onu döveceğini nerden bilebilir diye sormaktadır. Ya da erkeğin yıllardır şiddet uygulamış olması, o akşam gelip o kadını tekrar döveceği anlamına gelmez, ben bunu gerçekleşmesi muhakkak bir saldırı olarak kabul etmem demektedir. Kadının psikolojisi bozulabilir ancak burada bir saldırı var diyemem demektedir.

Tartışmalı olan kurallardan bir diğeri ise zorunluluk kuralıdır. Failin başka bir yola başvurarak saldırıdan kaçabileceği durumlarda zorunluluk şartının sağlanmadığı düşünülmektedir. Örselenmiş kadınların meşru savunma durumlarını değerlendirirken, onların karşılaştıkları zorluklar ve aldıkları kararlar merkezde yer alır. Kadınların neden diğer seçenekleri değil de öldürmeyi tercih ettikleri, neden partnerlerini terk etmedikleri ya da neden terk ettikten sonra geri döndükleri gibi sorular, özellikle onların ayrılmaya çalıştıklarında en büyük tehlikeyle karşı karşıya kaldıkları ve şiddetin birikimli yapısının dikkate alınmasını gerektirir. Araştırmalar, aile içi şiddetin kronikleştiği durumlarla ilgili olarak, şiddetin zamanla artarak daha ciddi sonuçlara, hatta ölümcül durumlara yol açabileceğini göstermektedir. Erkeklerin eşlerine uyguladıkları şiddetin ölümle sonuçlanması genellikle bir dizi artan saldırının nihai sonucudur. Bir kadın, evine giren bir yabancıya karşı kendini savunup öldürdüğünde genel kabul meşru savunma olarak görülürken, uzun süre şiddete maruz kalmış ve birlikte yaşadığı partnerinden kaçamadığı için onu öldüren bir kadının eyleminin haksız tahrik olarak değerlendirilmesi mantıksızdır. Kadınların şiddetten kurtulmak için aile, resmî kurumlar ve ekonomik engeller gibi nasıl topyekûn bir yoksunluktan mustarip olduğunu idrak etmektense, ortodoks ilkeler dikkate alınmaktadır.

Bir diğer tartışmalı koşul ise savunma ve saldırı arasında orantılılık ilkesidir. Bu ilke, saldırıya uygun bir şekilde tepki verilmesini gerektirir. Savunmada kullanılan yöntemlerin, saldırının şiddetine uygun olması ve saldırıyı durduracak en makul aracın seçilmesi önemlidir. Saldırıya karşı kullanılan savunma aracının uygunluğu, hem saldırganın hem de savunanın durumları göz önünde bulundurularak değerlendirilir. Öğrenilmiş çaresizlik durumunda, şiddet mağdurları kendilerini koruyacak adımları atma yetisini kaybedebilirler, bu da kaçış fırsatlarını bile kullanamamalarına yol açabilir. Özellikle, kadınlar kendilerini başka yollarla koruyamadıklarında, son çare olarak öldürücü güç kullanma zorunluluğu hissedebilirler. Kadınlar, partnerlerinin önceki saldırılarının ciddi yaralanmalara yol açabileceğini bildiklerinden, gelecek saldırıların sıradan olmayacağını ve öldürücü güç kullanmalarının gerekebileceğini öngörebilirler. Bu ilke değerlendirilirken erkek dövüşündeki orantılılık temel alınarak, kadın ve erkek arasındaki güç asimetrisi gözetilmemektedir. Erkek yargının kadının şiddet öyküsünün ortaya konulmasına ve uzmanlar aracılığıyla değerlendirmesine ilişkin isteksizliği ve haksız tahrik olarak değerlendirme hususundaki meyli aynı bakış açısından mustarip olduğunu ortaya koymaktadır. Melek İpek’in Aylin Işık’ın, Çilem Doğan’ın öldürme eylemi ile Emine Bulut’u öldüren Fedai Bulut gibi kadın katillerinin eylemleri aynı hukuk pratiği ile değerlendirilemez.

Yargının meşru savunma iddialarında kadınlara yönelttiği sorular, şiddetin sürekli bir tehdit olup olmadığını sorgulamaktadır. Ancak evlerin dahi güvensiz olduğu, kadın cinayetlerinin yakın bir tehlike olduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, kadınların öldürmek dışında bir seçeneklerinin olup olmadığı sorusu önem kazanıyor.

Yargının meşru savunma iddialarında kadınlara yönelttiği sorular, şiddetin sürekli bir tehdit olup olmadığını sorgulamaktadır. Ancak evlerin dahi güvensiz olduğu, kadın cinayetlerinin yakın bir tehlike olduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, kadınların öldürmek dışında bir seçeneklerinin olup olmadığı sorusu önem kazanıyor. Bu sorunun cevabı, kadına yönelik şiddeti önlemeye yönelik politikaların etkinliği, kadın örgütlerine yönelik tutumlar, şiddet ihbarlarına resmî kurumların verdiği tepkiler ve koruyucu tedbirlerin uygulanıp uygulanmadığı gibi faktörlerle ilişkilidir. Emine Bulut örneği, resmi müdahalelerin yetersizliğini ve kadınların çaresiz bırakıldığını açıkça ortaya koymaktadır. Devletin bu sorumlulukları yerine getirmemesi, sistematik şiddete maruz kalan kadınları ölümle ya da tek başına mücadele etmek zorunda bırakmaktadır.

İki erkeğin bar kavgasını ya da kamusal alandaki bir dövüşünü temel alan meşru savunma doktrini kadınlara karşı kör olduğunu kabul etmemektedir. Kadının eyleminin meşru savunma kapsamında değerlendirilmesi talebi, bu temel hukuk kuralı oluşturulurken ortaya konan koşulların yeniden ele alınmasını da talep etmektedir. Meşru savunmanın koşulları kadının özgü koşulları ile tekrar yorumlanarak esnetilmek zorundadır. Aksi takdirde bu ortodoks kriterlerdeki ısrar, mağduriyeti katmanlaştırmaktan öteye gitmeyecektir.

Yorum bırakın