Komünistlerin Sırat Köprüsü ile İmtihanı

MUHAMMET TURABİ YERLİ

Bu yazı, dört boyutlu bir kurguya sahiptir. Birinci boyutu, emek-sermaye ekseni oluşturmaktadır. Bu boyut, dördüncü boyut olan hareket/eylem boyutunda hareketi/eylemi belirleyen temel rol olarak işçi sınıfı veya sermaye sınıfı görüngüsünü kazanır. Biz, emek-sermaye ekseninde bir sınıfın eylemini ya da eylemsizliğini görürüz.

İkinci boyut, Sırat-ı Müstakim yani doğru yol boyutudur. Kavramsal olarak doğru ve yanlışın, iyi ve kötünün, insanın, insan olmanın gereği olarak ifade ettiği değerlerin boyutudur. Bu boyut, genellikle birinci boyut tarafından belirlenmekle birlikte, görece farklılık içerebilmektedir. Bu boyutun hareket boyutundaki görüngüleri birinci boyutla ele alındığı zaman faşizm-komünizm ekseni olarak karşımıza çıkar. Bunu, insanı toplumsallık içerisinde ve bütünün -ki esasen tüm doğayı ifade etmektedir- anlamlı ve işlevsel bir parçası olarak eşitlikçi bir anlayışla biricik ve özerk bir birim olarak kabul etmek ya da etmemek ekseni olarak da okuyabiliriz. Bu boyutta doğru yol tanımı için referanslar farklı ideolojik arka planlardan gelebilir. Bu eksende, insanı tamamen dışlayan uç olarak, bunun en tipik görüngüsü olan faşizm olarak ifade edilmişken, en insansal uç olarak her ne kadar bazı dinsel ütopyalarda da var olsa da, bunun en tipik ifadesi komünist ütopyada karşımıza çıktığı için komünizm olarak ifade edilmiştir.

Üçüncü boyut ise inanç boyutudur. Bu boyutun eksenini oluşturan inanç, ikinci boyut olan Sırat-ı Müstakim boyutu ile birlikte ele alındığında bir yol tarif eden inanç sistemi halini alır. Bu, örneğin “Bize en yakın olanlar Bolşeviklerdir. Lakin, bizim Bolşevik olmamıza lüzum yoktur, çünkü İslam zaten Bolşevizmi içermektedir.” diyen Mehmet Âkif’in (Ersoy) isim ve fikir babalığını yaptığı ve 1908 yılında İslamcılık fikriyatı ile yayın hayatına başlamış olan Sırat-ı Müstakim dergisinde de ifadesini bulabilir, TKP’nin çıkardığı Barış Yolu dergisi ya da 1977’de Dev-Genç’in bir kanadının çıkardığı Devrimci Yol dergisinde de. Hepsinde bir inanç vardır.

Nazım’ın şiirinde aktardığı sabahın köründe evi basılarak Birinci Şube’de kolları arkadan kelepçeli ve yüzü gözü kan içinde işkence gören TKP üyesi Tornacı Rahmi’nin onca işkenceye rağmen Barış Yolu dergisini kimden aldığını söylememesinde, aynı inanç vardır.  Ya da bunun tam tersi, Bir Gün Tek Başına romanındaki Kenan’da görürüz inançsızlığı, sorguda hemen konuşmasına neden olan.

Dördüncü boyut hareket/eylem, aslında diğer tüm boyutların bütünleştiği ve hayata değdiği, onu gerçek anlamda şekillendirdiği, gerçek anlamını bulduğu yerdir ve sistemle ilintilidir. Devinen, hareket eden canlı bir sistem vardır ve her sistem içerisinde her eylem, sisteme dost ya da düşmandır, yani en nihayetinde şu ya da bu sınıfın çıkarlarına hizmet eder ki mevcut kapitalist sistem içerisinde işçi sınıfının ya da sermaye sınıfının çıkarına hizmet ettiği anlamını taşır.

Lenin. Şefik Hüsnü’nün çıkardığı Aydınlık Dergisi’nin 20. sayısının kapağından. Kaynak: TÜSTAV Arşivi

Gelelim Sırat Köprüsü meselesine. Her ne kadar Kuran’da, halka göre “kıldan ince, kılıçtan keskin, bin yıl düz, bin yıl yokuş, bin yıl da iniş” olan Sırat Köprüsü kavramı geçmeyip, Sırat-ı Müstakim kavramı geçse de çağrışım olarak hemen köprü akla gelir. Komünistler için de tam bu Sırat-ı Müstakim kavramı üzerinden Sırat Köprüsü zuhur eder. Mesele, emek-sermaye ekseninde bizatihi emekten yana kimi unsurların, doğru yol boyutunda din referanslı olmaları gerçeği karşısında komünistlerin kendi doğru yollarını nasıl tarif edecekleri ve bu iki farklı tarifte bulunan kişilerin üçüncü boyuttaki inançlılarının, hareket boyutunda nasıl aynı yönde harekete geçecekleri ve savaşsız, sömürüsüz bir toplumu inşa edecekleri meselesidir. Bu tam da halkın tarifindeki kadar zorlu bir köprüdür ve bununla ilgili olarak sadece ülkemizde değil, pek çok farklı ülkede de komünistler meseleyi tartışmışlar ancak evrensel bir çözüme kavuşturamamışlardır. Komünistlerin bu köprüden geçme deneyimlerinin pek çoğu hayal kırıklıkları bazen de katliamlarla sonuçlanmıştır. En yakınımızdaki İran örneğinde TUDEH’in (İran’daki Komünist Parti) neredeyse diğer tüm sol örgütler karşı çıkarken Humeyni ile iş birliği yapması macerası, binlerce kişinin ölümü, hapsedilmesi, işkence görmesi, parti liderlerinin baskı altında televizyon ekranlarında görüşlerini değiştirdikleri açıklaması ile sonuçlanmıştır.

Gelelim Sırat Köprüsü meselesine. Her ne kadar Kuran’da, halka göre “kıldan ince, kılıçtan keskin, bin yıl düz, bin yıl yokuş, bin yıl da iniş” olan Sırat Köprüsü kavramı geçmeyip, Sırat-ı Müstakim kavramı geçse de çağrışım olarak hemen köprü akla gelir. Komünistler için de tam bu Sırat-ı Müstakim kavramı üzerinden Sırat Köprüsü zuhur eder. Mesele, emek-sermaye ekseninde bizatihi emekten yana kimi unsurların, doğru yol boyutunda din referanslı olmaları gerçeği karşısında komünistlerin kendi doğru yollarını nasıl tarif edecekleri ve bu iki farklı tarifte bulunan kişilerin üçüncü boyuttaki inançlılarının, hareket boyutunda nasıl aynı yönde harekete geçecekleri ve savaşsız, sömürüsüz bir toplumu inşa edecekleri meselesidir.

İtalya’da ise komünistler, 1954 yılında Togliatti’nin ağzından şunları söylüyorlardı: “Katolik dünyasının örgütlenmiş ve örgütlenmemiş büyük kesiminde durum bambaşka. Bu dünyanın başındakilerden gözümüzü ayırıp çevreye baktığımızda çok değişik bir durum ortaya çıkıyor. Zorlu sorunları arayıp bulan, insanların bugün karşı karşıya geldikleri koşulları hisseden kimseler görüyorsunuz. Ama hangi yoldan yürüyeceklerini bilmiyorlar, kısacası kuşkulu ve ümitsizdirler. (…) Tüm insanlığın ölüm kalımını vurgulayan sorunlarda Katolik dünyasından ışık, insan iradesi dışındaki olaylardan umut bekliyorlar. (…) bizim yanımızda olmayan, bizimle mücadele eden kesimde de aynı ihtiyacın varlığını, bizim öncülük ettiğimiz kitlelerdeki isteklerin aynını duyuyorsunuz. (…) Bununla demek istiyorum ki örgütlü Katolik dünyasının sırtını dayadığı kitlelerle, komünist ve sosyalist kitleler arasında, bu kitlelerin kadrolarının arasında olduğundan çok daha fazla ortak nokta var. (…) Anlaşma, yakınlaşma ve uzlaşma yolları bu nedenle var. Yürümek zorunda olduğumuz yol, özellikle İtalyan komünistlerinin üzerinde çalışması gereken yol budur. (…) Durum gençtir, konu yenidir: Önerilen çözüm ve ipuçları da yeni olmak zorundadır.”[1] Sonrasında yavaş yavaş Euro-Komünizm çizgisiyle birlikte Hristiyan Demokratlarla uzlaşma arayan parti, Katoliklere “aramızdaki iş ve ilke birliğinin temellerini birlikte inceleyip savaşlardan, yoksulluk ve sömürüden arındırılmış yeni bir toplumu beraberce kurmak mümkün ve hatta zorunlu değil midir?”  diye sorarken bir yandan da NATO’cu  bir çizgiye yerleşiyor ve 1976 seçimlerinde %34,4 gibi bir oranı yakalamasına rağmen iktidara gelmek bir yana, sonraki yıllarda  ve, esasen ve bu çizgilerinin vardığı mantıki çizgi sonucunda sosyal demokrat hatta yerleşerek siyaset sahnesinden çekiliyor.

Biraz daha uzağımızdaki Kurtuluş Teolojisi ile gündeme gelen Latin Amerika dünyasının Nikaragua örneğinde ise Sandinist Hareketin lideri Ortega’yı, kilise ile iş birliği içerisinde iktidara gelirken aradan geçen 40 yıl içerisinde, IMF anlaşmalarından kendini protesto edenlerin içindeki şeytanı çıkarmaları için rahipleri göreve çağırmaya ve kürtaj yasağını yeniden hayata geçirmeye kadar bir dizi adım atarken görüyoruz.

Marksist bakışın ortaya çıktığı dönemlerde Erfurt Programı ile birlikte “dini kişisel ve özel bir iş olarak kabul etmek” anlayışı egemen olmuştur. Bununla birlikte Lenin, dinsel inançların varlığı ile ilgili olarak burjuva ilericileri ve radikallerinin “halkın cehaleti” açıklamasını reddederek nesnel koşullara işaret etmektedir.

Bunları daha fazla uzatmanın gereği yok. Meselenin neden komünistler için Sırat Köprüsü’nden geçmek kadar zor olduğu ortada.

Marksist bakışın ortaya çıktığı dönemlerde Erfurt Programı ile birlikte “dini kişisel ve özel bir iş olarak kabul etmek” anlayışı egemen olmuştur. Bununla birlikte Lenin, dinsel inançların varlığı ile ilgili olarak burjuva ilericileri ve radikallerinin “halkın cehaleti” açıklamasını reddederek nesnel koşullara işaret etmektedir. “Emekçi yığınların elverişsiz sosyal durumu, her gün, her saat zavallı emekçilere savaşlar, depremler, vb. gibi olağanüstü olaylardan bin kez daha korkunç acılara, daha barbarca işkencelere mal olan kapitalizmin kör güçleri karşısında tam bir acz içinde bulunmaları-işte bugün dinin en derin kökenlerini burada aramak gerekir. “Korku tanrıları yaratmıştır.” Sermayenin kör gücü karşısındaki korku- kör diyoruz çünkü halk yığınları ona karşı hiçbir şey yapamazlar, o ise proleterleri, küçük iş sahibini yaşamının her dakikasında iflasla tehdit eder, ‘ani’, ‘beklenmedik’, ‘tesadüfi’ iflasına yol açar, açlığa mahkum bir dilenci, bir düşkün, bir fahişe yapar- modern dinin tek kökenidir, ve her materyalist, ilkel bir materyalist olarak kalmak istemiyorsa bunu her an ve her şeyden önce göz önünde bulundurmak zorundadır. Hiçbir vülgerizasyon kitabı, kapitalist boyunduruk altında insanlığını yitiren, kapitalizmin kör ve yıkıcı güçleri altında ezilen yığınları, bu yığınlar, dinin bu kökenlerine karşı, bütün biçimleriyle sermayenin saltanatına karşı tutarlı, örgütlü, sistematik ve bilinçli bir biçimde mücadele etmesini öğrenmedikleri sürece, dinin etkisinden kurtaramaz.” [2]Lenin’in bu yaklaşımı bugünden bakıldığında yeterince anlaşılamayabilir. Lenin’in genel yaklaşımı, Marksist egemen söylemden kopmadan ve onun dışına düşmeden koşullara en uygun siyaseti üretmektir. Bu nedenle gerek devlet üzerine olan tartışmalarında gerekse de din üzerine olan tartışmalarda yapılması gerekene odaklanarak soyut teorik tartışmalara girmemeyi tercih etmiştir. O dönem için egemen anlayış olan dini halkın cehaletiyle açıklamak yerine çubuğu nesnel koşullara ve halkı anlamaya doğru bükmüştür.

Ancak, Lenin’in bu sözleriyle ancak Sırat Köprüsü’nün henüz düz olduğu kısımda yol alınabilir. Bugün gelinen noktada, bu söylem yeterli gelmemektedir ve belki de Togliatti’nin işaret ettiği yeni çözüm ve ipuçlarına ihtiyaç vardır.

Öte yandan, insanın, insanlığın bu savaştan, sömürüden kurtuluşu meselesini sadece komünistlerin meselesi görmek ve tüm sorumluluğu komünistlere vermek çok da adil görünmüyor. Komünistleri, halktan kopuk olmakla ve halka ulaşamamakla suçlamak, tuhaf biçimde komünistlerin önder olduğu varsayımını bizatihi içermektedir. Aksi takdirde böyle bir eleştiri anlamsız olurdu. Bu eleştiriyi yapanlar, yeni bir dünyanın kuruculuğu, insanın kurtuluşunun öncülüğü rolünde kendilerini tanımlasalardı cümleyi, “bizler insanlığı kurtaracak, yeni bir dünyayı kuracak politikayı ortaya koyamadık ve siyasi tercihlerimiz bizi o noktanın oldukça uzağına savuşturdu” biçiminde kurarlardı. Komünistleri halktan kopuk olarak gören anlayışlar, “halktan kopuk” olmadığı için kitleselleşmiş “halktan kopuk olmayan” anlayışların neden insanlığı kurtaramadığını açıklama zahmeti duymamaktadır. Aynı biçimde dünyanın her yerindeki “halktan kopuk olmayan” anlayışların birbirleriyle savaşmasını da açıklamaya yanaşmamaktadırlar. Yani, halktan kopuk olmayan ve halkı temsil etme iddiasındaki anlayışların savaşlarını, farklı halkların birbiriyle savaşmak, ya da bir diğer halkı mutlak boyunduruğu altına almak istediği biçiminde ifade etmek zorunda kalacakları için bu noktayı görmezden gelmektedirler. Bu cümleyi kuranlar aslında, insanlığın kollektif bilinçdışında oluşan bir algılama ile komünistlerin Sırat Köprüsü’nden geçmesini ve fakat dindarlar olarak kendilerinin ifade ettiği tüm değerlere güvence vermesini istemektedirler. İnsanların temel korkusu kimliklerinin en önemli parçasının ellerinden alınacağı korkusu, tümüyle yok olma korkusudur. Komünistler, işte bu varoluşsal kaygıya saygı duyarken, evrensel değerleri taşımayı başarabildikleri zaman Sırat Köprüsü’nden geçebileceklerdir. O ya da bu yana savrulmak çok kolaydır ve bunun için birileri var gücüyle uğraşacaklardır. Tıpkı, İtalya’da Aldo Moro cinayeti gibi eylemlerle sermaye sistemi açısından riskli görülen her yakınlaşma bir biçimiyle baltalanacaktır.[3] Komünistlerin kitleselleşme potansiyeli taşıdığı her yerde geniş kitleleri siyasetin dışında kalmaya yöneltecek ve farklı aidiyetleri besleyecek çatışma ortamları yaratarak, hareket ekseninde işçi sınıfı lehine bir eylemin olanakları ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.

İnsanların temel korkusu kimliklerinin en önemli parçasının ellerinden alınacağı korkusu, tümüyle yok olma korkusudur. Komünistler, işte bu varoluşsal kaygıya saygı duyarken, evrensel değerleri taşımayı başarabildikleri zaman Sırat Köprüsü’nden geçebileceklerdir.

Durum buyken, önemli bir kimlik olarak dinsel kimliği görenlerin geçmek zorunda oldukları bir Sırat Köprüsü olmadığı söylenebilir mi? Daha özelleştirerek söyleyelim, Türkiye’de Sünni İslam inancına sahip olmayı kimliklerinin en önemli ya da en azından çok önemli bir parçası görenler kendiliğinden köprüyü geçmiş mi kabul edileceklerdir?

Türkiye’deki genel geçer söyleme uyup nüfusun %99’u Müslüman diyerek homojen bir Müslüman kimliği varmış gibi davranmak gerçeğin üstünü örtmektir. 2012 yılındaki bir rapora göre %15 civarında Alevi nüfusu kapsam dışı bırakırsak yaklaşık yine %85’lik bir Sünni nüfustan ve bir diğer araştırma sonucuna göre de %62 oranında bir dindarlıktan söz edebiliriz. Alevi inancı ağırlıklı olarak insanın kurtuluşunu bu dünyada ve kendi eseri olarak gördüklerinden konunun muhatabı değildirler. Aynı biçimde kendini dindar olarak görmeyenleri de kapsam dışı tutabiliriz. Bu nedenle sorunun ağırlıklı muhatabı nüfusun %62’sini oluşturan dindar Sünnilerdir. Dindar Sünniler, savundukları değerlerin Sırat-ı Müstakim boyutunda nereye tekabül ettiğini ifade etmelidirler. İnsanı kurtuluşu, insanın kendi eylemlerinin eseri midir, yoksa Allah’ın doğrudan eyleminin mi sonucudur? İnsan, bu dünyada kurtuluşunu gerçekleştirebilir mi, yoksa bu dünya kıyamete kadar savaşın ve sömürünün hüküm süreceği bir imtihan yeri midir? Örneğin, Musa Akbal’ın Ütopyalar Güzeldirsitesinde yer alan “İnsanın Halesi-Emek” başlıklı yazısında[4] ifade ettiği insanın devredemeyeceği bir husus olarak her olan bitendeki sorumluluğunu kabul etmesi, Sünniler arasında ne oranda kabul görmektedir? Ya da en az %50’lik bir dindar Hanefi kimliğine sahip çıkanların ne kadarı mezhebin kurucusu Ebu Hanife’nin, kişinin sadece iradesini kullanarak doğru ile yanlışı, haram ile helali ayırabileceğini ve sadece aklını kullanarak Allah’ı bulabileceği görüşünü benimseyerek, Avrupa’da 17-18. yüzyıl Aydınlanma Çağı’yla beraber keşfettiği “akıl”a bin yıl önce merkezi bir rol verdiğini ya da İslam’ın zaman içinde değişebilecek şartlara uyum sağlamasını amaç edindiğini bilmektedirler. Elbette, Türkiye’de ilahiyatçılar arasında, İhsan Eliaçık ya da İlhami Güler gibi dinamik şeriat yani dinamik hukuk kavramını kullananlar vardır. Ancak bunlar ana akımın dışında kalan kişilerdir ve ne yazık ki toplumsal karşılıkları yoktur.

Dolayısıyla aydınlanmadan bin yıl önce akla merkezi bir rol veren inancın sahiplenicileri için Sırat Köprüsü, aklı ve aklın ürettiği bilimi kullanıp, Ebu Hanife gibi, kırbaç yeme pahasına, bir insanın katline hükmedilişine mühür basmamak için kadılık makamını reddederek, daha adil bir dünyanın kurulması için sermaye sistemi ile mücadele edip edememeleridir. Çünkü akıl bize, savaşların, adaletsizliğin ve sömürünün kaynağının sermaye sistemi olduğunu ve savaşsız, sömürüsüz, sınıfsız bir dünyanın mümkün olduğunu göstermektedir.

Akıl, aynı zamanda bize insanın emek yoluyla insan olduğunu ve insan olmanın birinci boyutta emekten yana olmayı gerektirdiğini de söylemektedir. Dolayısıyla, Sırat-ı Müstakim boyutunda, aklı merkeze alan bir yaklaşımla Sünni dindarların da savaşsız, sömürüsüz, eşitlikçi yani adil bir dünya, yani bir başka deyişle komünist bir ütopyadan yana olmaları mümkündür. Bunun üçüncü boyuttaki inançsal yoğunluğu, hareket/eylem boyutunda işçi sınıfı lehine çaba gösterilmesini/cihat edilmesini bizatihi doğuracaktır.

Dolayısıyla aydınlanmadan bin yıl önce akla merkezi bir rol veren inancın sahiplenicileri için Sırat Köprüsü, aklı ve aklın ürettiği bilimi kullanıp, Ebu Hanife gibi, kırbaç yeme pahasına, bir insanın katline hükmedilişine mühür basmamak için kadılık makamını reddederek, daha adil bir dünyanın kurulması için sermaye sistemi ile mücadele edip edememeleridir. Çünkü akıl bize, savaşların, adaletsizliğin ve sömürünün kaynağının sermaye sistemi olduğunu ve savaşsız, sömürüsüz, sınıfsız bir dünyanın mümkün olduğunu göstermektedir.


[1] Kolektif, Din – Üretim Biçimleri Üstüne Tarihsel Uzlaşma, İletişim Yayınları, İstanbul, 1984.

[2] Lenin, Karl Marx ve Doktrini, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, İstanbul, 1995, sf. 106-107.

[3] İtalya Başbakanı ve Hristiyan Demokrat Parti Lideri Aldo Moro 16 Mart 1978’de evinden parlamentoya giderken Kızıl Tugaylar tarafından kaçırılmış ve 9 Mayıs 1978’de cesedi bulunmuştur. Konuyla ilgili olarak İtalyan Gizli Servisi’nin parmağı olduğuna dair azı belgeler ve iddialar ortaya çıktı. Moro’nun komünistlere yaklaşan siyaseti nedeniyle ABD tarafından öldürüldüğü de söylenegeldi. Kaynak: Övgü Pınar, “Aldo Moro cinayetinde gizli servis parmağı mı vardı?”

https://www.bbc.com/turkce/haberler/2014/03/140325_aldo_moro [Ed. Notu]

[4] Musa Akbal, “İnsanın Halesi, Emek”, https://utopyalarguzeldir.com/2023/07/07/insanin-halesi-emek-musa-akbal/ 

Yorum bırakın