Ey İman Edenler, İman Ediniz!

SUAT YALÇIN

Nisa Suresi 136. ayette, Allah şöyle seslenir: “Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr eden kimse iyice sapıtmıştır.”[1]

İnsan kendi kendine şöyle bir soru soruyor: “Allah iman etmiş, iman ettiğini beyan etmiş Müslümanları niye bir daha iman etmeye çağırıyor, bu işte bir gariplik yok mu?” Fakat sonraki iki ayeti okuyunca durum netlik kazanmaya başlıyor. 137 ve 138. ayetlerde aynen şöyle diyor:

“İman edip sonra inkâr edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak ne de onları doğru yola iletecektir.”[2]

“Münafıklara haber ver ki, onlar için acı bir azap vardır!”[3]

Gayet açık bir şekilde iman ettikten sonra inkâr edenlere ve bunu artık iyice aşırı hale getirenlere gözdağı veriyor ve onlara acı ve ıstırap vaat ediyor. İşte tam da o yüzden imanlarını tazelemeyi ve bu sözlerinden dönmemeyi onlara emrediyor.

Nisa Suresinin Medine döneminde indirildiği kabul edilir. Vahiy sıralamasında hemen Âl-i İmrân’ın arkasından geldiği söylenir. Bazı otoritelere göre ise zaman olarak Âl-i İmrân suresinin arkasından Ahzab ve Mümtehine sureleri gelmiştir. Nisa daha sonra inzal olmuştur. Surenin tümünün hicretten sonra dördüncü yılda indirilmiş olması kuvvetle muhtemel diye kabul edilir.

“Bu sure, büyük bölümüyle miras hukuku, belli derecede kan bağı olanlar arasında evliliğin yasaklanması ve evlilik ilişkileri gibi konuları kapsayan aile hayatı ile ilgili genel sorunları ve kadın haklarını ele aldığından, Nisa (“Kadınlar”) olarak adlandırılmıştır. Başlangıç ayeti, insan soyunun temel bütünlüğünü ve bu bütünlükten doğan, kadın ile erkeğin birbirine karşı yükümlülüklerini vurgulamaktadır. Surenin büyük bölümü, savaş ve barış hallerine ilişkin pratik düzenlemelere ve müminlerin kafirler ile özellikle de ikiyüzlüler (münafıklar) ile ilişkilerine ayrılmıştır.”[4]

Kısacası 626 yılında, Medine’ye hicret etmiş Müslümanlar bir İslam ümmeti inşa ederken indirilmiş, kurucu surelerden biridir. Artık iyice tanınmaya başlayan Muhammed Peygamberin kurmaya başladığı bir topluluğa yapılan uyarılardır. Peki, bu surenin ve başlangıçta alıntıladığım 136. ayet ve müteakip ayetlerin, 21. yüzyılın ilk çeyreğini yaşayan bizim gibi Müslümanlara vereceği mesaj nedir? Ya da diğer bir ifade ile söyleyeyim, bu ayetlerin evrensel mesajı nedir? Benim gibi sıradan bir Müslüman bu ayetleri okuyunca ne anlamalıdır?

Michael Armitage’a ait The Promised Land (2019) adlı mural tablodan bir kesit.

İslam Tarihine Kısa Bir Bakış

Yıllar önce ben bu ayeti okuyunca çok da anlam verememiştim ve sonra yukarıda izah ettiğim tarihsel anlamı bana yetmişti. Fakat bugün itibariyle bu ayetin gerçekten iman etmiş bir Müslüman için çok önemli bir anlam ve mesaj olduğuna dair içimde herhangi bir şüphe kalmamıştır. Bu sözlerle ne demek istediğimi izah etmeye çalışacağım.

İslam tarihine bakıldığında görülecektir ki, Hz. Peygamber’in ölümünden sonra sadece iki yıllık Halife Ebubekir dönemi hariç sonrası hep kargaşa, savaş ve kavgalarla geçmiştir. İslam dünyasında eftal oldukları genel bir kabul gören dört halifenin üçü suikastlarla katledilmişlerdir. Bu halifeleri takiben artık saltanat dönemi başlamış önce siyasi bölünmeler, sonra da itikadi ve fıkhi bölünmeler baş göstermiş, on dört asrı aşkın dönemde bu kavgalar devam etmiştir.

Abbasiler’de özellikle Harun Reşid ve Mem’un dönemlerinde ortaya çıkan felsefi düşünce dalgası ve yoğun bir şekilde çevirileri yapılan Antik Yunan metinleri, o dönemlerde İslam dünyasında bir değişim, dönüşüm işaretleri verirken, daha sonra bütün bu akımlar yasaklanmış ve örneğin İbni Sina gibi dâhi isimler ölüm korkusunun tedirginliği içinde yaşamışlardır. Ya da İmam-ı Azam Ebu Hanife ve Ahmed bin Hanbel gibi isimler iktidarlara biat etmedikleri ve onların dediklerini yapmadıkları için ömürlerini zindanlarda işkenceler altında tamamlamak zorunda kalmışlardır.

İslam tarihine bakıldığında görülecektir ki, Hz. Peygamber’in ölümünden sonra sadece iki yıllık Halife Ebubekir dönemi hariç sonrası hep kargaşa, savaş ve kavgalarla geçmiştir. İslam dünyasında eftal oldukları genel bir kabul gören dört halifenin üçü suikastlarla katledilmişlerdir. Bu halifeleri takiben artık saltanat dönemi başlamış önce siyasi bölünmeler, sonra da itikadi ve fıkhi bölünmeler baş göstermiş, on dört asrı aşkın dönemde bu kavgalar devam etmiştir.

11. ve 12. yüzyılda İmam-ı Gazali, Nizamülmülk iş birliğiyle ortaya çıkan Nizamiye Medreseleri vasıtasıyla devlet eliyle Sünnilik resmi bir mezhep haline dönüşmüştür. Bu mezhep dairesi içindeki dört meşrep (Hanefilik, Malikilik, Şafiilik ve Hanbelilik) de hak mezhep olarak ilan edildikten sonra İslam sonuç itibarı ile bir fıkıh dini haline dönüştürülmüş ve düşünceye dair her şey mekruh ve günah olarak iktidarlar tarafından kabul edilmeye ve halka dikte edilmeye başlanmıştır. Tabi bu arada çok kuvvetli devletler ve imparatorluklar kurulmuş ve bu iktidarlar dinî düşünceyi asla kendi akış yönüne bırakmamış, her zaman denetleyici ve müdahaleci bir tutum sergilemişlerdir.

Batı, özellikle İslam dünyasının yaptığı antik Yunan çevirilerini Müslümanlardan alarak kendi rönesansını gerçekleştirdikten sonra bir de üstüne teknik üstünlüğü ele geçirerek Asya, Afrika ve Amerika’daki toprakların büyük bölümünü işgal etmeye başlayıp sömürgeleştirmiş, daha sonra, bütün o memleketlerin zenginliklerini kendi ülkelerine taşımaya başlamış ve kendi inanç biçimlerini de oralara ihraç etmiştir.

Kenya Devleti’nin kurucu Başkanı Jomo Kenyatta’nın dediği gibi;

“Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda, bizim elimizde İncil onların elinde topraklarımız vardı.”

İşte özellikle Müslüman olan topraklar da 17. yüzyıldan itibaren batının sömürgeleri olmaya başladılar. Bu ülkelerin büyük bir çoğunluğunun halkı İslam gibi İbrahimî bir dinin mensubu oldukları için bunlara Hristiyan propagandası işlememekle beraber, hepsi birer sömürge haline dönüştüler. Asya’da, Malezya, Endonezya, Hindistan’dan başlayarak, Afrika’da özellikle Kuzey Afrika ülkeleri, Arap yarımadası ve Avrupa’da Endülüs, Bosna Hersek, Makedonya ve Arnavutluk, Kosova gibi memleketler işgal edildiler.

Özellikle Birinci ve İkinci Emperyalist paylaşım savaşları sonrasında bu sömürgeleştirilmiş ülkeler birer birer bağımsızlıklarını kazanırken buralarda iş başına gelen iktidarların büyük bir çoğunluğu kendi sömürgecileriyle, iş birliği yapmaya devam etmişlerdir. Bugün de bu iş birlikleri sürmektedir. Bunun karşısında yer alan politik güçler ise bir yandan daha çok Sovyetler Birliği’nin desteklediği ulusal kurtuluş savaşlarını gerçekleştiren güçler olurken diğer yandan da radikal İslamcı siyasetler olarak gelişmiştir. Bunlar süreç içinde legal, illegal partiler, fırkalar oluşturarak bazı yerlerde demokratik bir şekilde, bazı yerlerde de silahlı mücadelelerle iktidar olmuşlar ya da iktidarın en büyük muhalifi haline girmişlerdir. Halk Müslüman ülkelerin birçoğunda bu güçlere büyük destek vermiştir. (Ör. Türkiye, Cezayir, Mısır, İran vb.)

Bütün bu Müslümancı akımlar, öncelikle Batı ve onun değerlerine karşı muhalif bir tutum takınmış öze dönüşçü politikaları savunmuşlardır. Hemen hepsinde Asr-ı Saadet ütopik bir şekilde nitelendirilerek öze dönüşle kurtuluşun sağlanacağı iddia edilmiştir fakat genellikle iddia ettikleri gibi bir kurtuluşu sağlamadıkları gibi genel olarak ülkelerin içinde bulunduğu sorunlar daha da çetrefilli, içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Bütün bu akımların başat iki politikası vardır. Birincisi ve hepsinin ortak özelliği, batıya ve onların kültürel ve ekonomik emperyalizmine karşı çıkmak; ikincisi ise Sovyetler Birliği’nin var olduğu dönemlerde dahil olmak üzere bütün politikalarını inanıp, inanmamak üzerine kurmak. Bütün bu Müslümancı yapılar Müslüman ülkelere huzur ve refah getirmekten ziyade, kan, çatışma ve gözyaşı getirmiştir. Bu yazımızın konusu olmamakla beraber, Müslüman ülkelerde politika yapan sol siyasetler ise genel olarak politik tutumlarını din karşıtlığı, ilericilik, gericilik problematiği üzerinden kurmaya çalışmışlardır. Bu nedenle genel olarak taraftar toplamakta oldukça sıkıntı çekmişler ve marjinal gruplar olarak siyaset yapmak zorunda kalmışlardır.

Bütün bu Müslümancı akımlar, öncelikle Batı ve onun değerlerine karşı muhalif bir tutum takınmış öze dönüşçü politikaları savunmuşlardır. Hemen hepsinde Asr-ı Saadet ütopik bir şekilde nitelendirilerek öze dönüşle kurtuluşun sağlanacağı iddia edilmiştir fakat genellikle iddia ettikleri gibi bir kurtuluşu sağlamadıkları gibi genel olarak ülkelerin içinde bulunduğu sorunlar daha da çetrefilli, içinden çıkılmaz bir hal almıştır.

Kısacası Müslümancı partiler, fırkalar ve gruplar siyasetlerini akide ve günlük yaşam üzerinden ibadet meseleleriyle şekillendirmişlerdir. Bu arada İran gibi bir devrimle iş başına geldikleri yerler hariç, özellikle demokratik seçimlerle iş başına geldikleri yerlerde Batı’yla olan çelişkileri üzerinden konuşmakla beraber onlarla olan iş birliklerini de (ticari, askeri ve politik) arttırmışlardır. Buna örnek olarak devletimizin bir yandan Siyonist İsrail örgütüne olan üst perdeden karşı çıkışlarını ya da protestolarını görürken diğer yandan ise bu örgütle giderek artan bir ticari hacmin varlığını gösterebiliriz. Üstelik bu yaptıklarını da rahatlıkla savunabilmektedirler.

Aslında ne olmuştu?

Yazının burasında ilk güne dönelim, yani Hz. Peygamber’e Cebrail’in göründüğü o ilk geceye: “Allah Resulü yüreği titreyerek korku içinde evine döndü ve eşi Hatice bt. Huveylid’in yanına giderek‘Beni örtünüz, beni örtünüz’ dedi. Korkusu gidinceye kadar onu örttüler. Sonra Hz. Peygamber başından geçenleri Hz. Hatice’ye anlatarak: ‘Kendimden korktum’ dedi. Hz. Hatice:‘Hayır, Allah’a yemin ederim ki, Allah seni asla utandırmaz. Çünkü sen akrabana bakarsın, işini görmekten aciz olanların yüklerini çekersin, yoksula verir, hiçbir şeyi olmayana bağışta bulunursun, misafiri ağırlarsın, bir felakete uğrayana yardım edersin’dedi”.[5]

Hz. Hatice’nin eşine söylediği söz şu şekilde de ifade ediliyor. “Sen yetimi korursun, mazlumun yanında durursun ve asla yalan söylemezsin. Bu sana gelen kardeşlerin İsa ve Musa’ya gelen Namus-u Ekber’dir.”

İki söylenme biçiminden de bakarsak göreceğiz ki, Hz. Peygamberin sıfatları, hep vermek, yardım etmek, mazlumun yanında olmak, zulme karşı çıkmak, yalan söylememek gibi hasletlerdir. Yani Hz. Hatice eşine toplumdaki görünümünden söz ederken, örneğin, “Sen çok yakışıklısın, çok sevimlisin, çok paran var, ya da çok güzel şiir okursun, belagat sanatın çok güzel, sesin çok güzel” demiyor. Onun toplum içinde zorda kalanlara yardım ettiğini, mazlumun yanında olduğunu ve asla yalan söylemediğini vurguluyor. Şimdi bir de 600lü yılların Mekke’sine bakalım.

“Mekke halkı şu sınıflara ayrılmaktaydı: Dış ticaret yapan ve Mekke civarındaki vahalarla Arap yarımadasındaki değişik şehirlere mal satan tacirler; Mekke’ye uğrayıp geçen tacirlerle, Mekkeliler arasında aracılık edenler; kâra ortak olmak şartıyla küçük tacirlere kredi açan sarraflar; tamamen faizle geçinen tefeciler. Bunlar, Mekke’de serveti elinde tutan sınıflardı. Ticaret, menkul değerler, civarda üzüm ve hurma yetiştirilen bağlar, domuz çiftlikleri ve şarap üretim yerleri tamamen bunların elindeydi. Sermaye sahibi bu azınlığın, yanında sayıları on binleri bulan çiftlik işçileri, sarraflar, ticarethaneler ve kafilelerde çalışan görevliler ve tamamen aç insanlar bulunuyordu.”[6]

“Afrika’dan getirttikleri kölelere silah eğitimi vererek bunları kervanlarının korunmasında, Mekke içi ve dışındaki çıkarlarının himayesinde kullanıyorlardı. Böylece bir ordu ve polis gücüne de sahip olmuşlardı.” [7]

“Mekke tüccarları arasında varlığı binlerle ifade edilen, sayısız kervanları, sarrafiyeleri ve Mekke civarında hurma ve üzüm bağları olan kişiler bulunuyordu. Ama bunun yanında iş yapabilmek ve yaşayabilmek için borçlananlar da vardı.

Borçlanan her tacir kâr edecek diye bir kural yoktu. Sermayesini kaybettiği ve borcunu vadesinde ödeyemediği zaman, hiçbir şey onu ağa düşmekten kurtaramazdı. Borcuna karşılık özgürlüğünü feda etmesi gerekebilir ve borcu veren kişinin alacağını ödeyene kadar onun kölesi olabilirdi.

Alacaklı vadesi geldiği zaman verdiği parayı misliyle isterdi. Dolayısı ile borcunu ödemek için köleleştirilen kişinin bu durumu yıllarca sürüp giderdi. Belki ömür boyu köle olarak kalabilirdi. O, alacaklı için sahip olduğu diğer mallardan farksız bir meta olurdu. Zaten kölenin ne hakkı olabilirdi ki? Bazı alacaklılar borçlarını başka yollarla tahsil etmeye giderlerdi. Örneğin köleye ihtiyacı olmayabilir veya borçlunun uhdesinde bulunan kadın veya kızlarda gözü olabilirdi…

Böyle olunca borçlu, borcuna karşılık alacaklıya karısını, annesini, kızını veya oğlunun karısını vermek zorunda kalırdı. Alacaklı borca karşılık aldığı bu kadın veya kızı, sırf kendisi yararlanmak için almazdı. Aksine ondan yararlandıktan sonra kapılarında belli bayraklar asılı olan büyük genelevlerden birinde çalıştırabilirdi. Bu gayet lüks döşenmiş, her türlü içkinin bulunduğu ve çeşitli kokularla havası güzelleştirilmiş fuhuşhanelerde, borçluların kadınları da dünyanın çeşitli bölgelerinden getirilmiş esmer, beyaz ve zenci kadınlarla birlikte yaygın olan namus ticaretinin sermayesi olurlar ve yabancı tacirlerle zengin Kureyşli gençlerin arzularını tatmin etmeye çalışırlardı.

Alacaklı verdiği borcu, borçlunun karısı veya kızının o çirkin meslekte kazandığı parayla kat be kat fazlasıyla tahsil ettikten sonra, onu ailesine teslim ederdi. Kureyşlilerde bu zillete boyun eğmiş insan sayısı bir hayli fazla idi.

Niceleri de bir gün böyle bir konuma düşme korkusuyla kız çocuklarını daha doğar doğmaz canlı canlı toprağa gömmekten çekinmemekteydi.”[8]

İki söylenme biçiminden de bakarsak göreceğiz ki, Hz. Peygamberin sıfatları, hep vermek, yardım etmek, mazlumun yanında olmak, zulme karşı çıkmak, yalan söylememek gibi hasletlerdir. Yani Hz. Hatice eşine toplumdaki görünümünden söz ederken, örneğin, “Sen çok yakışıklısın, çok sevimlisin, çok paran var, ya da çok güzel şiir okursun, belagat sanatın çok güzel, sesin çok güzel” demiyor. Onun toplum içinde zorda kalanlara yardım ettiğini, mazlumun yanında olduğunu ve asla yalan söylemediğini vurguluyor.

İşte durum böyle olduğu için ilk Müslüman olanlar, ya o toplumun eziyet gören insanları olmuştur ki, Sümeyye (yukarıda bahsettiğimiz evlerden çıkmış, Huzeyfe’nin cariyesi iken), ve onun yanında sığınma olarak bulunan Yasir ile evlenmişti. İkisi de İslam’a ve Hz. Peygambere inandıkları için işkenceler altında can verip şehit olmuşlardı. Ya da ilk Müslüman olanlar Ebubekir gibi orta boy ticaret yapan ve oradaki tefeci bezirgân baskıyı büyük ölçüde hisseden kişiler olmuşlardır. Son olarak da ilk Müslüman olanlar Ali, Talha ya da Zübeyir gibi idealist, haksızlığa başkaldıran gençler olmuşlardır. İşte tam da bu yüzden yani bu kadar ağır sınıfsal çelişkilerin olduğu, baskının zulmün olduğu bu toplumda on üç yıllık mücadelenin sonunda Medine’ye hicret esnasında Müslüman olan kişi sayısı ancak 154 kişiydi.

622 yılında gerçekleşen Hicret, Yesrib halkının desteği ile de Müslümanlara yeni hayatı vaat ediyordu. Başlangıçta bir avuç kişi olan Müslümanlar, 624 yılında yapılan ilk savaş olan Bedir Savaşı sonrası giderek güç ve taraftar kazanmaya başlamışlardır. İşte girişte bahsettiğim Nisa Suresi Uhud savaşı ve Hendek mücadelesinin yapıldığı yıllar içinde gelmiştir. Çünkü insanlar başarılı olacaklarını gördükleri Müslümanların sancağı altında toplanmaya başlamışlardır. Bir anda bu kadar sayısı artan Müslüman toplum içinde de münafıklık giderek yükselmiştir. Sırf kendi menfaatleri doğrultusunda Müslüman olan kişilerin yaptıklarını tarihi evraklar bize yansıtmaktadır.

Şurası bir gerçek ki, Kur’an dünyanın dinî, sosyal ve politik tarihini bildiğimiz herhangi başka bir olaydan çok daha fazla etkilemiştir.

“Diğer kutsal metinlerin hiçbiri, mesajı ile ilk karşılaşan insanların hayatı ve birbirini izleyen kuşaklar yoluyla bütün bir medeniyetin akışı üzerinde bu kadar derin bir etki meydana getirmiş değildi. Kur’an bütün Arap yarımadasını sarstı ve bütün hayatları savaşmakla geçen Arap kabilelerinden bir millet oluşturdu. Yirmi otuz yıllık bir süre zarfında kendi dünya görüşünü Arabistan’ın sınırları dışına taşıdı ve insanlığın tanıdığı ilk ideolojik toplumu oluşturdu.”[9]

Evet, Hz. Muhammed Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimiyle son tarihsel devrimi gerçekleştirmiş, Orta Barbarlık dönemini yaşayan Arap toplumunu medeniyet safına sokmuştu. Bunu yaparken zalim bir sistemle savaşmış ve o zulüm rejimini yıkarken insanlığı başka bir ideale taşımıştı.

Bize düşen!

Bugüne gelirsek 2024 yılı itibarı ile dünyada tarihte üretilmediği kadar zenginlik üretilmektedir fakat belki de tarihin gördüğü medeniyetler, milletler ve sınıflar arasındaki en büyük bölünme ve eşitsizlik halleri yaşanmaktadır. Hristiyan ve Yahudi medeniyeti ile Müslüman, Konfüçyanizm, Budizm ve Hinduizm arasındaki sosyoekonomik eşitsizlik birinci gruptan yana iken, Hristiyan topluluk içinde de bu eşitsiz durum Katolikler ve Ortodokslara göre Protestanlardan yanadır. Dünyada bir yandan da kuzeyle güney arasında büyük bir eşitsizlik bulunmaktadır. Diğer yandan ise ABD, AB ülkeleri ve Japonya, Çin gibi ülkeler diğer ülkelere göre çok daha avantajlıdır. Özellikle Afrika, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika ülkeleri ile doğal kaynağı bulunmayan Müslüman ülkeler arasında büyük bir eşitsizlik bulunmaktadır.

Ülkemize gelecek olursak ülke nüfusu 2022 yılı verilerine göre 85.279.553’tür. Bu nüfusun %93’ü şehirlerde, %7’si kırda yaşamaktadır. Şehirde yaşayan nüfusun %85’i 30 büyükşehir belediyesi sınırları içinde yaşamaktadır. Yani ülke kentli bir nüfus haline gelmiştir. Türkiye’de GSYH verilerine göre gelir dağılımı şu şekilde gerçekleşmektedir. En zengin %20’lik kesim gelirin %48’ni yani yaklaşık yarısını almaktadır. En fakir %20’lik kesim ise gelirin %6’sını almaktadır. İkinci %20 gelirin %10,4’nü alırken, üçüncü %20’lik dilim 14,7’lik kesimde yer alır. En zengin ikinci dilim ise gelirin %20,9’unu almaktadır. Kısacası ülke nüfusunun en zengin %40’lık dilimi, zenginliğin %68,9 yani aşağı yukarı üçte ikilik bölümünü alırken nüfusun %60’ına %31,1’lik dilim kalmaktadır.[10]

Çalışan nüfusun yarısından fazlası asgari ücret düzeyinde ücret alırken emeklilerin büyük bir çoğunluğu 10 bin lira gibi bir aylıkla geçinmek zorunda kalmaktadır. Dört kişilik bir ailenin açlık sınırının 22 bin liraya yaklaştığı, yoksulluk sınırının ise 47 bin lira civarında olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Bu büyük eşitsizlikler ülkedeki her konuda kendini göstermektedir. Yıllık enflasyon TÜİK verilerine göre %65 dolaylarında iken, bu rakam ENAG tarafından yapılan ölçümlerde %120 civarlarında görünmektedir.

Bizim inandığımız din “Vicdansız dünyanın vicdanı” olmak zorundadır. Şu anda dünya üzerinde Müslümanlara dayatılan din ise “kitlelerin afyonudur.”

Bu sıraladığım rakamlar da gösteriyor ki ülkede büyük bir adaletsiz dağılım bulunmaktadır. Diğer yandan ise ülkede hem coğrafi olarak, hem etnik olarak, hem de politik olarak yaşanan eşitsizlikler de çok can yakıcı bir düzeydedir. İşte bu ortamda bir Müslüman olarak siyasete dair ya da ülkeye dair bir şeyler söyleyeceksek çubuğu bu dengesiz dağılımda emekleri yenilen ve ezilenlerden yana kırmak zorundayız. Zira Hz. Peygamberin ve Kur’an’ın bize gösterdiği yön burasıdır.

Bizim inandığımız din “Vicdansız dünyanın vicdanı” olmak zorundadır. Şu anda dünya üzerinde Müslümanlara dayatılan din ise “kitlelerin afyonudur.”

Brezilyalı Kurtuluş Teologu Frei Betto polis tarafından işkence altındayken ona şöyle bir soru sorarlar: “Bir Hristiyan, bir Komünistle nasıl çalışabilir?” Verdiği cevap çok güzeldir:

“Bana göre insanlar inananlar ve ateistler olarak değil, ezenler ve ezilenler olarak, bu adaletsiz toplumu ayakta tutmak isteyenler ve adalet için mücadele edenler olarak ikiye ayrılmaktadır.”[11]

Yine İsmet Özel’in 2012 yılında Memleket Dergisi’ne verdiği röportajda söylediği gibi

“Allah, bana 20 yaşımda komünist olmayı nasip etti. Ben de Allah’ın bu lütfuna hiçbir zaman sadakatsizlik göstermedim. Eğer bir insan komünist olmadan Müslümansa bu insanın Ümmet-i Muhammed’e yapmayacağı kötülük yoktur. Çünkü komünist olmak demek, cemaati esas almak demektir.”

İşte tam da buradan hareketle Hz. Peygamberin hadisinde söylediği gibi “İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşit” değilse orada kardeşlikten, ümmet olmaktan bahsetmemiz mümkün değildir. Bizi o kardeşliğe götürecek olan ise bir Müslümanın siyasi ve ekonomik meselelere o zaviyeden yani sınıfsal eşitlik esası üzerinden bakmasıdır.

Velhasılı kelam biz iman edenler iman etmeliyiz. Şüphesiz doğrusunu ancak Allah bilir!


[1] Muhammed Esed, Kuran Mesajı, Meal,Tefsir, Nisa Suresi 136. ayet.

[2] Muhammed Esed, Kuran Mesajı, Meal,Tefsir, Nisa Suresi 137. ayet.

[3] Muhammed Esed, Kuran Mesajı, Meal,Tefsir, Nisâ Suresi 138. ayet.

[4] Muhammed Esed, Kuran Mesajı, Meal,Tefsir, Nisa Suresi giriş bölümü.

[5] Muhammed Esed, Kuran Mesajı, Meal,Tefsir, Alak Suresi giriş bölümü.

[6] Abdrurrahman Şarkavi, Özgürlük Peygamberi Hz. Muhammed, s.19.

[7] Abdrurrahman Şarkavi, Özgürlük Peygamberi Hz. Muhammed, s.20.

[8] Abdrurrahman Şarkavi, Özgürlük Peygamberi Hz. Muhammed, s.22,23.

[9] Muhammed Esed, Kuran Mesajı, Meal,Tefsir, Önsöz, s.21.

[10] TÜİK’e ait 2022, 2023 verileri.

[11] Michael Löwy, Marksizm ve Din, Kurtuluş Teolojisi Meydan Okuyor, Belge Yayınları, İstanbul, s.72.

Yorum bırakın