Gerçekten Ne Yapmalı? – I: Yöntem ve Okumalar

YUSUF AKŞEKER (yakseker@gmail.com)

Girdiğimiz bu yeni yılda Halka Dergi’nin İlk Söz’ünde[1] yer alan gerekçeleri haddizatımda taşıyor olduğum ve derginin Siyaseti Toplumsallaştırmak davetine de icap etmek zorunda hissettiğimden -çok iddialı gözüken- “Gerçekten Ne Yapmalı” başlıklı bu yazı serisine başlamak istiyorum. Bu üst başlık altında; birinci olarak işbu “Yöntem ve Okumalar” alt başlıklı yazı ile kavramlarımızı, ikinci olarak “Siyasetin Finansmanı ve Siyasetin Yaptığı Finansman” konulu yazı ile tespiti gerekli konuları ve son olarak üçüncüsü “Tedavi Arayışı” başlıklı yazımda hasta adamın şifasını tartışmaya çalışacağım. Bu yazılarda pek tabii maddi hatalar yapabilir, cümleleri toplayamayabilir, birçok yeri de eksik bırakabilirim. Yapacağım genellemelerde haksızlık ettiğimi düşünenlerin şahsıma yazmalarını saygılarımla talep eder, kötü bir niyet taşımadığımı belirtmek isterim.

*

“Dertsüzlere benüm sözüm benzer kaya yankusına

Hâldaş bilür hâldaşınun gönlindeki şol râzını” [2]

*

Girizgâh

Gazze’de – tüm dünyayla birlikte dehşet içinde- seyrettiğimiz bir işgal ve soykırım var. Filistin’de şu olmadı, en azından bu yapılmadı denecek hiçbir şey kalmamıştır. Olanların üstüne dahi söylenebilecek de tek bir söz kalmamıştır, her şey ortadadır. Tabi her bir fiilin bir faili vardır. Ülkemiz yürütme ajanlarının soykırım failleriyle ticaret ve hatta iltisakı, bunu bilen kimselere bir eleştiri değil ancak, bir tiksinme konusu. Filistin’e dua, İsrail’e gemi, ABD’ye istihbarat yollayan bu şahısların hiçbiri unutulmayacaktır. Tabi midesi kalkmayan da manipülasyon mesleğinden para kazanan da çok.

Muhalefet partilerinin kısmen eleştiriler getirdiğini görsek de muhalefet bu konuda eylemsel olarak yekvücut değil. Özellikle parti olarak CHP, örnek olarak İsrail sorununa tavır alışta acınası gözüküyor. Deyim yerindeyse iktidara eleştirileri, iktidarla maddi/manevi bağları bulunan cemaat ve vakıflar mesabesinde. Gene de meclis çatısı altında hakikat söylenebilse de işte derde derman olmaktan çok uzak.

Diğer taraftan milletvekili seçilen kıymetli meslektaşım Can Atalay ülkenin en üst mahkemesinin açık kararlarına rağmen aylardır tahliye edilmiyor. Üstelik kararı veren hakimler hedef gösteriliyor. Her vaadini, her sözünü yemiş, gücü muhafaza adına, sürekli kendini yalanlayan iktidar, bütün ögeleriyle birlikte bildik pespaye haline devam etmekte. Anlatmadığımız konularla birlikte bu yoz ahval, meşrebi epey genişlemiş muhalefet unsurları tarafından da kanıksanmış durumda. Tablonun ekonomik sonuçları neticesinde geniş bir çoğunluk olarak mülksüzleşme ve yoksullaşma içinde/yiz. Dertliyiz. Bu kamusal yıkım ve talan karşısında çaresiz olduğumuzu da bazen inkâr ediyoruz. Yozlaşmanın boyutunu sorduğum yıllardır vergi dairelerine gelir uzmanı olarak emek vermiş bir abim şöyle betimliyor; “Şeytan Ağrı dağına çıkmış korkusundan titriyor, acaba gelip beni ne zaman kertecekler…”

Soru

Yaşamın ne olursa olsun devam ediyor oluşu insanın hafıza kıtlığıyla da birleşince bizlerin çoğunlukla adım atmasını engelliyor. Bazen koca ömürlerin bile bile ladese gittiğini dahi düşünüyorum. Bütün bunlar olurken gerçekten sizce de – sabah ve akşam – siyasetin finansmanı ve siyasetin yaptığı finansman tartışmalı değil miyiz? Biz fikirlerimizin değerli, ilkelerimizin doğru, tavrımızın makul olduğuna inanıyorsak neden ilerleyemiyoruz? Aynı masalların anlatılmasına ne kadar müsaade edeceğiz? Tartışmalar neticesinde biz ve ülkemiz demokratik olarak bir adım ileri gitmeli değil miyiz?

Hukuk ve devlet

Tarih boyunca, çok erken dönemler dışında, toplumların sınıf ve katmanlardan oluştuğu, yöneten ve yönetilenlerin birbirinden ayrıştığı, yine tarih boyunca söz konusu ayrışmanın gerekli, doğal ve kutsal olduğu fikri inanılmış ve kabul edilmiştir. Geçtiğimiz yüzyıllarda her üç fikir de kısmen çürütülmüştür. Günümüzde, toplumları bir arada tuttuğu düşünülen özellikle devlet ve hukukun insan üretimi olduğu konusunda şüphe taşımamaktayız. Bu kabul ve yaklaşım; insanı, insan üretimi şeylerin üstünde değerlendirdiğinden insana bir kısım kutsal haklar tanıyor. İnsan-doğa kavgasında doğanın kısmen boyun eğdirilmesi de insana bu özgüveni verdi. 1948 tarihli evrensel bildirgeye göre insan hakları olarak ifade edilen haklar hiç kimse tarafından ihlal edilemeyeceği gibi, insanın kendisi de bu haklardan vazgeçemez. Örneğin insan, hiç kimse tarafından kurban edilemeyeceği gibi, kendi rızasıyla kendini de kurban edemez. Böylece insan, haklarıyla birlikte insan kabul edildiği için Hukuk (Anayasa) teorisinde de insan, haklarını ihlal edecek kendi üretimi her şeyden korunmalıdır. Ne var ki bazı hakların kullanımı başkalarının bazı haklarının ihlali anlamına gelebileceği için haklar, aynı zamanda sınırlandırılabilir. İşte bunu yapan bazı insanlar hukuku yazar ve devleti oluşturur. Üstelik hukuk ve devlet arasında sıkışmış insan, kendi hakkına kendi ulaşmaktan da yasaklıdır. Zira insana doğuştan birtakım haklar tanıyan kabul, aynı insana zikrettiğimiz hakları sınırlandırma yetkisini devretmeyi de yüklemiştir. Yani, haklarının korunması konusunda her gün endişeler duyan insan, kendisi için yetki verdiği insanlara kendini koruma görevi ve yetkisi vermiştir.

1948 tarihli evrensel bildirgeye göre insan hakları olarak ifade edilen haklar hiç kimse tarafından ihlal edilemeyeceği gibi, insanın kendisi de bu haklardan vazgeçemez. Örneğin insan, hiç kimse tarafından kurban edilemeyeceği gibi, kendi rızasıyla kendini de kurban edemez. Böylece insan, haklarıyla birlikte insan kabul edildiği için Hukuk (Anayasa) teorisinde de insan, haklarını ihlal edecek kendi üretimi her şeyden korunmalıdır.

Toplum Sözleşmeleri

Bir kısım yeniyetme tüccarların kilise, aristokrasi ve krallar karşısında güç kazanması, iktidarın yasallığının toplum sözleşmelerinde tartışılmasını doğurmuş bu da, iktidarın eylemlerinin göksel kılıftan soyundurulmasına temel olmuştur. Doğrusu, iktidarın eyleyişinin tanrısal planın bir parçası görüldüğü zamanlarda da iktidarlar, yetke sahalarında bir yönüyle “keyfi” davranamamakta idi ise de işbu kabul, iktidarın ancak bir kısım aşırılıklarına mâni olmakta idi. Toplum sözleşmesinin kavramsal ve fiili gelişimi ise yasallık tartışmasını anayasal düzleme taşımış, tarihte ilk defa yönetilen, yöneten karşısında geri dönülemez bir mevzi kazanmıştır.

İnsan’a güvenmek ve güvenememek

Babil’den bu yana insanlık, düşmanı o büyük deniz canavarını yok etmeyi kafasına koymuştur. Ne var ki nereye gitse kendi üretimi bir canavar bulmaktadır. Çoğu zaman da düşmanları olmuştur canavarların daha büyüklerini yapanlar. Peki Livyatan[3] nasıl mağlup edilecektir, bu sorunun cevabı, kim tarafından mağlup edileceği tartışması başladığından önemini de kaybetmiştir. Zira otoriteler yıkılmaya ancak tartışmalarla başlar. Otoriteler tarihte daima yardımcılarıyla birlikte gelmiştir. Yardımcıları arasında da hiçbir zaman eşitlik olmamıştır. Otorite artık tahtından düşmüşse yardımcıları da olmayacaktır; bu ise, eşitlik fikri demektir. İnsanlık ailesinin eşitliği. Eski veya modern, insana eşitlik fikri daima ağır gelmekte, ancak bunu talep etmekten hiç vazgeçmemektedir. Öyleyse talep etmek çoğunlukla bedava olduğundan bu, ancak bir temenni olarak kalmaktadır. Bu temenniyi gerçekçi bulan kişiyi, insana güvenen bir kişi olarak tanımlayabilir, bu yönüyle onu özgürlükçü bulabiliriz. Diğer taraftan bu temenni, ancak bir temennidir, işin aslı çok başkadır diyeni insana güvenmeyen bir kişi olarak tanımlayabilir, onu da muhafazakâr bulabiliriz. Şahsen, insana güven konusunda ikircikli olmanın büyük faydaları olduğu kanaatinde olduğumu belirtmek isterim.

Zira otoriteler yıkılmaya ancak tartışmalarla başlar. Otoriteler tarihte daima yardımcılarıyla birlikte gelmiştir. Yardımcıları arasında da hiçbir zaman eşitlik olmamıştır. Otorite artık tahtından düşmüşse yardımcıları da olmayacaktır; bu ise, eşitlik fikri demektir. İnsanlık ailesinin eşitliği. Eski veya modern, insana eşitlik fikri daima ağır gelmekte, ancak bunu talep etmekten hiç vazgeçmemektedir.

Düzenden istikrara

Günümüzün tarih ve arkeoloji bilgisiyle baktığımızda, hiçbir düzenin baki kalmadığını, her düzenin nice zulümlerle ayakta kaldığını bildiğimizden; rejim ve sistem kelimeleri gibi düzen kelimesini de hiç de sevmemekteyiz Halbuki insanın hayatta kalmayı önceleyen yapısı avcılığı da unutmuş olduğundan en kötü düzeni bir düzensizliğe tercih etmektedir. Cesaret etmeyi unutmuş, kendi yaşamını çok sevmiş üstelik düzen gibi kelimelerden de nefret etmiş insanın imdadına istikrar kavramı yetişmiştir. Yani, bir başka deyişle bu sefer nice zulüm istikrar namına ve istikrar için gerçekleştirilmektedir. Yönetilenler istikrar gibi bir gerekçenin şemsiyesi altına girdiklerini düşünürler; önceden bir yıldırım gibi tehlikeli gözüken düzen, bu hâliyle tehlikeden koruyan bir kalkana dönüşmüştür. Bu kavram akıllara çok hızlı bir şekilde Gramsci’nin rıza üretimi tartışmasını getirmektedir. Hayatını özgür tutsak geçiren bu devrimci; “Hegemonya gerçekte rızanın üretilmesi anlamına da gelmektedir. Ancak bu hegemonyanın durağan olmayıp, sürekli olarak kazanılması ve sağlamlaştırılması gereken, alternatif ideolojilerle mücadeleyi, her gün kendini ve bağımlıların rızasını yeniden inşayı zaruri kılan bir süreci de içerdiğini ifade edilmesini gerekli kılmakta” olması işlevinden bahsetmektedir. Bir yazısında da “Burjuva sınıfının hukuk anlayışında giderek, devletin işlevinde meydana getirdiği devrim [Fransız Devrimi], özellikle halkın, bu sınıfın çıkarları ve dünya görüşü yönünde etkilenmesi (conformisme) isteğinden kaynak almaktaydı. Devrimden önceki egemen sınıflar, özünde tutucuydular. Yani kendi sınıf çıkarlarını ‘teknik’ ve ‘ideolojik’ olarak genişletmeyi düşünmezler… Burjuva sınıfı ise kendisini, bütün toplumu, kültür ve ekonomi düzeyine özümseyerek yaratabilen, sürekli hareket halinde bir organizma olarak ileriye sürer: devletin işlevi değiştirilmiştir. Devlet, ‘eğitici’, vb. olur.[4] diyerek yanılsamanın çözümlemesini anlatır, demediği bir istikrar sürsün Türkiye büyüsün’dür.

Kapitalizmin son demini; devletin sermayeye giderek daha fazla tabi olması ile üretim meselesi dışında ve önünde teknoloji ile finansallaşmanın toplumsal bölüşümde önem kazanması olarak tarif eden Sezai Hoca; değişen sınıf ve üretim yapısını yalın bir şekilde  tarif ediyor: “Oysa eşitsizliğin üretilmesi sadece üretim aşamasında değil toplumsal düzlemde de gerçekleşmektedir ve sadece kapitalist toplumlara özgü değil, kapitalizm öncesi veya kapitalizmin farklı formlarını taşıyan yapılarında da, reel sosyalizmde de görülebilen bir gerçekliktir. Toplumsal eşitsizliğin yegâne kaynağı üretim süreçleri değil, toplumsal üretim ve bölüşüm süreçlerinin de kapsayacak bir düzlemde karşımıza çıkmaktadır.“ Buna mukabil sisteme direniş adına toplumsal hareketlerin, kısa erimli ve dağınık yapılarından ötürü bir alternatif üretemediğini belirterek “Teknoloji ve finansallaşmanın yarattığı tahribata karşı yeni bir üretim ve bölüşüm ilişkilerini düzenleyecek bir siyasetin var edilmesi kaçınılmaz bir zorunluluk olarak karşımızda dur”duğunu ifade ediyor.[5] Nasıl ki dersi iyi bilmek iyi not almak anlamına gelmiyorsa, okumayı doğru yapmak da yerinde bir eylemsellik üretileceği anlamına gelmiyor.

Yeni nesil ve itiraz

Sosyal medyada ve muhtelif vesilelerle yeni nesillerin politizasyonuna şahit olmaktayız. İlk gençliklerinin farkına vardıkları anda en az binbir ihtilafla karşılaşan bu çocukların oldukça kafaları karışık, üstelik her biri şimdiden çok yorulmuş. Son seçim döneminde de siyasi partilerin yeni seçmen olmuş bu çocuklara komik davetlerini gördük. Siyaset sosyolojiyi geriden takip etse de protestliği ve uyumu bir arada kompakt bir şekilde uyduran bu nesil, radikal farklılarıyla bir arada yaşamaya çok daha uyumlu, başka bir ifadeyle daha fazla hoşgörülü. Profesyonel siyaset bunu anlamakta çok zorlanıyor. Toplumsal kabulleri biraz farkla ve güncel versiyonlarıyla yaşatan bu neslin, daha fazla rekabet baskısı altında kalmasından da olsa gerek, idealist düşüncelere daha yabancı olduğu söylenebilir. Geleceğin işçileri arasında iktidarı benimseme bu kadar marjinalize edilmişken devrimci bir mücadelenin esamesinin okunmaması hayli düşündürücü değil mi?

Siyaset sosyolojiyi geriden takip etse de protestliği ve uyumu bir arada kompakt bir şekilde uyduran bu nesil, radikal farklılarıyla bir arada yaşamaya çok daha uyumlu, başka bir ifadeyle daha fazla hoşgörülü. Profesyonel siyaset bunu anlamakta çok zorlanıyor. Toplumsal kabulleri biraz farkla ve güncel versiyonlarıyla yaşatan bu neslin, daha fazla rekabet baskısı altında kalmasından da olsa gerek, idealist düşüncelere daha yabancı olduğu söylenebilir.

Sosyal demokrasi ve devrimcilik

Duygu mu düşünce mi daha baskın, tam olarak kestirmek güç ama hem analizlerimizde hem hissiyatımızda dünya hayatının güçlülerin kazandığı zayıfların yenildiği bir yerden başka bir şey olmadığını, çoğu şeyin kesinlikle yanlış olduğunu, özellikle yönetici sınıfın kendi cebinden başka bir şey düşünmediğini, hepsinin halka karşı olduğunu kabul etmekteyiz. Hatta kendi gözlemime de dayanan bir iddiaya göre, toplumun geniş kesimlerindeki bu pasif isyankâr gerçekçi görüş, Tayyip Erdoğan’a bağlılığı destekliyor. Yani muhabbetin doğru tarafından girdiğinde insan, muhatabı halkı kendi gibi asi bulabiliyor. Bunun ne kadar sol bir kabul olduğunu ifade etmeme herhalde gerek bulunmamaktadır. Yani solun elindeki kurtarılmış bölgelere 12 Eylül’le giren sağda, solun söylemsel izlerini takip etmek çok kolay. Türkiye toplumu olarak; anlattığımız saiklerle profesyonel siyasetten bunca şikâyet edip %88,92 gibi sandığa gitmek ve sağı iktidar etmekle netice olarak kafalarımız çok karışık. Hal böyleyken, halkımıza doğru kanalla ulaşmak şansı yadsınamazken, adalet adına bir devrimin kaçınılmaz gerekliliğinin kabulü ne kadar da müesses nizama hizmet eden bir anlayıştır. Bu anlayış, belki adil şahitlik olarak ifade edebileceğimiz bu tutum, bize doğru yerde olmak ve doğruları söylemeyi buyurmakta. Gerçekten kıymetli olan bu tutumun çok da derin olmayan yerlerindeki gizil mehdicilik, neticeten İmamoğlu’na veya Kılıçdaroğlu’na oy vermemiz sonucunu doğuruyor.

Devam etmek gerekirse; esasen gerçek devrimcilik ve çaresiz siyasetimizi tartışan Göksel Aymaz Hoca; Sosyalizmi CHP’nin tüzük tartışmalarına katlanarak mı hak edeceğimizi, Sosyalizmin Faik Öztrak ve Eren Erdem’e katlanacak olanların hak ettiği bir bayram hediyesi mi olacağını mı soruyor.[6] Haldaşımız ve yoldaşımız, bir yere varmaya değil varmamaya koşullu siyasetimize dair şunları da diyor: “Solcular ve sosyalistler, demokrasi mücadelesinin doğal bileşenleridir. Demokrasi yoksunluğumuz ise anonim bir eserdir; kimsenin tek başına sorumluluğu yok bunda. Dolayısıyla, onu var edecek değişim umudu da anonim, ortaklaşa bir mücadeleyi gerektirir. Demokrasiyi var kılmak, bütün toplumun işi, hepimizin sorumluluğunda. Ortak ama farklılaşmış bir sorumluluk bu; herkesten yeteneğine göre isteyen bir sorumluluk. Sosyalistlerin de kendi yeteneklerine göre bir sorumluluğu var. Ayrıca halihazırda var olan sistemden kaynaklanan sorunları çözme işini (sosyalizm halleder diyerek) sistemin toptan değişimine havale etmek, sorunları büsbütün çözümsüzlüğe iten bir “çözme” biçimidir, bunu da hatırlatmak gerekir.” diyerek “O halde, öncelikle, “Seçim değil Devrim!”, “Sandık değil Sokak” diyen sloganları, “iki burjuva kampın kapışmasında taraf olmamak” adına yapılan boykot çağrılarını filan bir tarafa koyalım; bunların demokrasi mücadelesine herhangi bir katkısı olamaz, ayrıca, “doğru” veya “yanlış” olması bir yana, bunların bir “politika” oldukları bile söylenemez. Seçime girenler ise, tek bir ittifak çatısı altında bile toplanamadılar. Her iki tavır da sonuçta aynı kapıya çıkar: Aman solculuğuma halel gelmesin! Politizm denen şeydir bu, kendi için politikadır, politika için politikadır. Özü itibariyle politizm olan şeyde de halka ait hiçbir şey yoktur, halkın politika talebine cevap veriyor gibi görünse de yoktur. Bu sadece solculuğu masif söylemden, katı sloganlardan ibaret kılmak, sızdırmaz cümlelere indirgemek demektir. Ve bu öyle bir tarz ki, sistemi işler halde tutanın sanki kendi işleme mantığından çok retorik ya da söylem olduğu hissini verir.” sonucuna varıyor.

Ülkemizi, sanki sadece otoriterlik ve kötü yönetim problemi varmış gibi resmeden muhalefet bloğunun karşısında Dinçer Demirkent hocamız, benzer minvaldeki yazısında şöyle diyor: “Cumhurbaşkanı tarafından Merkez Bankası’na yapılan atamaların muhalefet tarafından alkışlanabiliyor olması, Emniyet’te Soylu ile adı birlikte anılan ekibin yerini bir başka “ekibe” bırakması hatta RTÜK Başkanı’nın Atatürk filmine ilişkin bir dijital platformun tasarrufları hakkında inceleme başlattığını söylemesi liberal ve Kemalist muhaliflerin alkışlarına mazhar olabiliyor. Normal, olağan bir rejimdeymişiz; normal, olağan politik koşullardaymışız gibi; rejime ilişkin hiçbir yapısal sorunu görmeden, sınıfsal tercihlerin altını çizmeden. Millet İttifakı ve etrafında toplanan partilerin bu rejimin yapısıyla derdi var mıydı gerçekten, sınıfsal tercihleri bakımından farkı neydi? AKP’nin Merkez Bankası’na atadığı kişileri alkışlayanlara sorsak ne derler? Ormanlarımız kesilir, köylüler dövülür, Cumartesi Anneleri AYM kararına rağmen abluka içinde şiddetle gözaltına alınır, gazeteciler tutuklanır, ülkenin sokakları her gün psikopatça cinayetlere, çete savaşlarına teslim edilirken normalimiz hakkında ne derler? Benim kanaatim şu, Türkiye’nin yeni rejiminin yarattığı olağanüstü hâl, Millet İttifakı ve etrafındaki partilerce normalleştirildi, normalleştirilmeye devam edecek ve kabul etmek gerekir ki artık normalimiz bu; istisnayı yaratacak ise kurulu muhalefet içinden çıkmayacak.[7]

Oldukça hakikatli bu sözlerin manasını ve gittiği yeri hepimizin bildiğini zannediyorum. Fakat bizler, sistemi külliyen reddedip sahih bir yerde kaldığını zannedenler, hatta en çok da gerçeklerden beslendiğini zanneden bizler, geleceğimizi ve zayıfların menfaatlerini bir hayal için mi ötelemekte, gerçekleri bu kadar mı ıskalamaktayız. Doğruları haykırmamız meyvesini vermeli değil mi? Er meydanına girmeden, mücadele etmeden kavga olur mu?

Bir haldaşıma gönderdiğim yazımda; eğer silahlı mücadele gibi uç bir metodu alternatif görmüyorsak; yarınlar için tek seçeneğimizin adil ve alternatif bir model öneren hareket/parti olduğunu zikrettim. Aldığım cevap; yani revizyonizm öneriyorsundan başkası değildi. Belki iki üç sene öncesine kadar ben de aynı cevabı verirdim, şimdiyse böyle bir cevaba hakkımın olmadığına inanıyorum.

Tekere çomak sokmak ve siyaseti toplumsallaştırmak

Bu başlığı vurgu olsun diye verdim yoksa aynı konudan devam edeceğiz. Bir haldaşıma gönderdiğim yazımda; eğer silahlı mücadele gibi uç bir metodu alternatif görmüyorsak; yarınlar için tek seçeneğimizin adil ve alternatif bir model öneren hareket/parti olduğunu zikrettim. Aldığım cevap; yani revizyonizm öneriyorsundan başkası değildi. Belki iki üç sene öncesine kadar ben de aynı cevabı verirdim, şimdiyse böyle bir cevaba hakkımın olmadığına inanıyorum. Üstelik, gereği de olmadığını, hatta gerçeklerin ta karşısında olduğunu düşünüyorum. Aracın içinde fevkalade rahat bir kısımda oturabilecekken onun tekerine çomak sokmak, en azından bunun gayreti insanı, en yücelerden kılmakta. Ne var ki bahse konu insan ve toplumsa sanki insana ve topluma karşıymış gibi onun beklentilerini ve korkularını yok saymak mümkün mü? Daha açık konuşmak gerekirse; yaptığımız siyasetler/eylemlerimiz hariçten gazelden okumaktan başka bir şey değil. Zaten ne desek gözaltına da almıyorlar bizleri. Adalet talep eden bu çocuksuluğumuz, adaleti talep ederken erginleşmeli, enginleşmeli ve zenginleşmeli. “Ahali, sözüm meclisten içeri” diyebilmeli. Belki sırf yoksulların çocukları için belki sırf insanlık onurumuz için…

#CanÇıkacakHalkınıSavunacak

#İsraileSevkiyatıDurdurun


[1] ‘İlk Söz’ Halka Dergi 1. Sayı, Aralık 2023, https://halkadergi.org/ilk-soz/  

[2] Yunus Emre’ye ait bu dizelerin günümüz Türkçesiyle karşılığı şöyle: “Dertsizlere benim sözüm, benzer kaya yankısına. Haldaşı bilir haldaşının gönlündeki şu sırrı.”

[3] “Leviathan” (E.N.)

[4] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Belge Yayınları, İstanbul, sf. 320-321.

[5] Sezai Temelli, “Değişen Sınıf Yapısından Değişen Sınıf Mücadelesine”, https://demokratikmodernite.org/degisen-sinif-yapisindan-degisen-sinif-mucadelesine/

[6] Göksel Aymaz, “Dönek Kautski’.. ‘Hain Troçki’.. Ama, ‘Oylar İmamoğlu’na’!”, https://www.gazeteduvar.com.tr/donek-kautski-hain-trocki-ama-oylar-imamogluna-makale-1631279

[7] Dinçer Demirkent, “Normalleşme”, https://www.gazeteduvar.com.tr/normallesme-makale-1631087

* Öne çıkan görsel şu sayfadan alınmıştır: https://www.stefaniamorgante.com/product/the-young-antonio-gramsci-art-scarf/

Yorum bırakın