Distopik Bir Dünyada Türkoloji ve Türk-Rus İlişkilerinin Tarihi Üzerine Notlar

FİKRET SOYSAL

Tarih bize ideolojik ‘kusursuzluk sarmalları’nın nadiren iyi sonuçlandığını göstermiştir. James Baldwin’in şu sözünü analım: “Hiç kimse kendi kalbini saf sanandan daha tehlikeli değildir çünkü onun saflığından, tanımı gereği şüphe edilemez.” Distopik bir dünyaya giderken yaratıcı düşünceye, ütopyacı bir senteze ihtiyacımız var. Düşünceye sınırlar koymayalım. Çünkü, Zizek’in vurguladığı gibi, bugün ihtiyacımız olan şey dünyayı değiştirmek değil daha çok yorumlamak. Yakın gelecekte çok daha belirleyici olacak makinelerin, dijital teknolojinin yapamadığı bir şeye sahibiz: Sentez sanatı. Bütün sorularımıza aynı zamanda soramadıklarımıza cevap verebilecek elektronik bir hizmetçi yanımızda olduğunda bilecek ne kalır ve daha ne öğrenmemiz gerekir sorusunun cevabıdır bu.  Bunu düşüncenin sonsuz olduğu fikriyle birleştirirsek insani potansiyelin ne denli güçlü olduğunu da görürüz. Badiou, Mao için “sonsuz bir yöntemle düşünüyor” demişti. Bu sözün üzerine düşünmeye değer. İdeolojik takıntılar (takıntının altını çizelim, ideolojinin değil) sığ politik, belki bazen istemeden, inadına, kimse yapmadığı için dâhil olduğumuz ve fakat bize hayatın, insanın, çarşının-pazarın, halkın, bilginin imkânlarını unutturan göreve bağlanmış örgütlülükler bu yöntemi engelliyor.

Federico Solmi’ye ait bir çalışma. Kaynak: https://www.federicosolmi.com/

Kapitalist akış, bencil menfaatlerin hayasızca salıverildiği bir dünya yarattı. Buna bir de dijital kontrol eklendiğinde bir distopyaya ve barbarlık atmosferine girmekte olduğumuz açık. Bütün bunlar demokrasinin, özgürlüğün iptali anlamına geliyor. Demokrasiden kasıt bir otoritenin ben yaptım oldu demesine karşı hepimizin karar vermesine yönelik bir tutumun belirleyici olmasıdır. Aynı zamanda iktidar dışı mekanizmaların ortak iyiyi, kolektif dayanışmayı hayata geçirebileceği, kontrol dışı sığınakların bulunmasıdır.

Pandemi günlerinde kapitalizm, krizini aşmak için “büyük sıfırlama” tezini ortaya atmıştı. Sistemin teorisyenleri böyle gitmeyeceğini görüyor. Mülkiyetin önemini kaybedeceği paylaşım ekonomisi gibi çareler, trans hümanist projeyle insan yetilerini artırma, yapay zekanın imkânları gibi bir dizi tartışma gündemde. Diğer çözüm Çin modelinin küresel elitler katmanındaki cazibesi. Dijital kontrol, yapay zekânın özellikle askerî düzeyde hiçbir hukukî engel olmadan kullanılabilmesini, demokratik bütün kazanımları hiçe sayan bir model olarak Çin. Buna, İsrail’in (evrensel Yahudi figürünü de geri dönülmez biçimde tahrip eden) savaş mantığını da ekleyebiliriz.

İsrailli yetkilinin, “hayvan insanlarla savaşıyoruz” vurgusunu tersine çevirerek hayvan-insancı rejimin kurulması ve yerleşmesinde kapitalist işleyişin bir ileri karakolu olarak İsrail’in rolünü belirtmek gerekir. İsrail ve onun savaş mantığı insana dönük saldırının, dijital kontrolün, hırs ve bencillikle yüklü üstünlükçülüğün, kısacası anti-hümanist saldırının en önemli parçasıdır. Hayvan-insancı rejim, Frank Ruda’nın belirttiği gibi insanın hayvani boyutunu öne çıkarır.

Baştaki vurguya dönersek, bu yazı Çin’in doğal yayılma alanı olan Türk coğrafyasına ve bu coğrafyada önemli iki aktör olan Türk ve Rus ilişkilerinin tarihsel kesitlerine ve demokratik ve özgürleşmeci siyasetin buradaki imkânları üzerinedir. Burada düşünce/idea, ütopyacı sentez ve aynı zamanda ekonomik indirgemeciliği/ekonomizmi aşan bir anlayış temeldir.

İsrail ve Çin: Hayvan-İnsancı Rejim ve Distopik Barbarlık

İsrailli yetkilinin, “hayvan insanlarla savaşıyoruz” vurgusunu tersine çevirerek hayvan-insancı rejimin kurulması ve yerleşmesinde kapitalist işleyişin bir ileri karakolu olarak İsrail’in rolünü belirtmek gerekir. İsrail ve onun savaş mantığı insana dönük saldırının, dijital kontrolün, hırs ve bencillikle yüklü üstünlükçülüğün, kısacası anti-hümanist saldırının en önemli parçasıdır. Hayvan-insancı rejim, Frank Ruda’nın belirttiği gibi insanın hayvani boyutunu öne çıkarır. Kapitalizm insanın aynı zamanda hayvan olduğunu ciddiye alan bir rejimdir Badiou’ya göre. Ruda’nın bu konudaki dikkatlerini özetlersek; kapitalizm patolojik bir günlük yaşam modeli sunar ve öznenin hayvani oluşumunu, bedenini merkeze alan bir özne anlayışına yol açar. (Akılda tutmamız gereken, hayvan katmanı olmaksızın insan diye bir şey olmayacağıdır.) Ruda’ya göre, çağdaş kapitalizmin özne fikri cisimleşmiş öznelliğin biyo-öznel bir modelidir ve sonuç olarak insan “belirgin bir cazibesi olmayan, tüysüz bir iki ayaklı” olarak değerlendirilir. Kapitalizm herkesi (her bedeni) kendi ticari becerilerine, kendi çıkarlarına, küçük arzularına ve fetişizmlerine indirger ve dolayısıyla genelleştirilmiş bir ticari hayvanlık üretir. Marx da yalnızca midesini düşünen işçiden söz ederken, kapitalizmin herkesi kendi bedensel hayvani ve dolayısıyla salt organik kuruluşuna indirgeyen kapsayıcı bir sistem ortaya koyduğunu ileri sürmüştür. Bu nedenle çağdaş buyruk kişinin, hayvani bir tarzda, bir fikir olmaksızın yaşaması yönündedir. Hayatın basit sürdürülüşü, hayatta kalma isteği bizi pasif öznelere dönüştürür. Siyasette önemli sayıda pasif seçmenin mücadele edenlerden neden önemli olduğunu da açıklar bu. Kapitalist-materyalist ideolojinin ürettiği şey bireysel olarak dolaşıma giren nesneleştirilmiş hayvan bedenlerin soyut eşitliğidir. Bu hayvan bedenler aynı biyolojik oluşum biçimini paylaşır ve nesnelerle aynı şekilde dolaşıma girebilir. Ve içinde dolaşıma girdikleri şey de Badiou’ya göre içinde yaşadığımız dünya olmayana verilen çağdaş isimle piyasadır. Demokrasi de -kendi anlamı ve tarihine karşıt olarak- hayvanlar gibi kendi bölgesini, gasp edilmiş ismiyle dünyayı korumak olan muhafazakâr oligarşinin simgesi ve muhafızı haline gelmiştir. Bu indirgeme dünyayı askıya alır, küçültür ve ardında sadece aynı zamanda hepimizi ilgilendirmesi gereken bir çevre bırakır. Bu çevre ile ilgili meselelerin, türlerin haklarını savunmak olarak sunulması gibi bir saçmalığa yol açar. Bunun nedeni de insanların kendi hayvan türlerine indirgenişinin bütün türlerin karşı karşıya oldukları bir tehditle sıkı sıkıya bağlantılı oluşudur: Evcilleştirme. Zira türe ilişkin en basit negatif tanım evcilleştirilebilir olandır ve demokratik materyalist ideolojik projenin bir parçası olarak demokratik materyalist evcilleştirme tarzı tam da böylesine doğalcı bir hayvanlığa indirgemedir. Bunu hayvan-insancılık olarak veya hayvan-insancı rejim olarak adlandırıyoruz. Hayvan-insancı yaşam, kişi olumsal olarak, nesnel açıdan oldukça iyi durumda olma şansı yakaladığında bile öznel açıdan yoksullaştırılmış bir yaşamdır. Fikirsiz bir hayattır bu; başka bir deyişle, düşünce olmaksızın hayattır. Nitekim kapitalizm kayıtsızlık üretir. Tüm insan hayvanların soyut ve nesnel bedensel eşitliği birbirleriyle rekabet etmek zorunda oldukları piyasa çevresinde yerleşiktir. Sonuç olarak, hayvan-insancılık idea’sız bir materyalizme işaret eden demokratik materyalizmin ideolojik çerçevesinin doğrudan sonucudur. Bu insanın en radikal (maddi) şekilde hayvani kökenine indirgenmesine yol açar ve kayıtsızlığın muazzam bir üretimini ve örgütlenmesini, dahası yönetimini ortaya çıkarır. (Ruda)

İnsana dönük saldırı, düzenin, “fikirsiz yaşa buyruğu” ile birleşerek her türlü insan etkenliğini ve genel olarak bütün ütopyaları mahkûm eder. İnsan, idea ve ütopya üçlüsü yaklaşan barbarlığın ve distopyanın temel hedefidir. Üçünün yokluğu ile insanlığın yokluğu arasında bağ kurabiliriz. Distopyanın, dijital kontrolün, insan-idea ve ütopya bileşeninin saf dışı kalmasının bugünkü durumda temsilcisi Çin modelidir.

Şi Cinping’in Kasım 2012’deki göreve gelme töreninde, hiçbir muhalefet olmadan alınan bir kararla, Çin komünizminin resmî ideolojisi şu oldu: Marksizm- Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi, Deng Xiaoping Teorisi, Üçlü Temsilcinin Önemli Teorisi ve Bilimsel Kalkınma Teorisi. Paul Mason’dan öğrendiğimize göre, Şi Cinping’in öne sürdüğü savı şudur: Çin jeopolitik bir süper güç olarak ekonomik büyüklüğü ve gücüne denk düşecek bir şekilde dünyayı yeniden şekillendirmek üzere hangi biçimde ve ne gibi bir zaman ölçeğinde ortaya çıkacaktır. Şi’nin yanıtı şudur: İdeoloji olarak Marksizme açıkça bağlı, devletin yoğun denetiminde bir kapitalizmin biçimi olarak ve beklediğinizden çok daha yakın zamanda. Şi Cinping’in mantığı ile barbarlık ve distopya çağının girişini haber veren kapitalist alemin kimi temsilcilerinin mantığı birleşmiştir. Trump’ın Mayıs 2017’de ulusal güvenlik danışmanı H.R. McMaster, ekonomi danışmanı Gary Cohn ile birlikte Trump’ın dış politikasının ana hatlarını kaleme aldı. Buna göre dünya küresel bir topluluk değildir. Ulusların, hükümet dışı aktörlerin ve iş dünyasının avantaj elde etmek için birbirine girip yarıştığı bir arenadır. İşte bu arenada, bu barbarlık gösterisinde ve distopyanın türlü şekillerinin belireceği işleyişte, Çin’in kontrolcü, baskıcı ve bütün özgürlükleri iptal eden anlayışı öne çıkmıştır. Dünyanın arena olduğu tespiti ile Çin’in 2013’te kuşak ve yol inisiyatifi projesi gündeme gelmiştir. Kuşak, Çin’i Orta Asya üzerinden Avrupa’ya bağlayan karasal altyapı projeleri dizisidir. Yol ise, Çin’in kıyı ekonomisini bağımlı devletler olan İran ile Pakistan’a ve Süveyş kanalına bağlayan denizcilik, liman ve ilgili ulaşım iletişim altyapılarıdır. Ticari ortakların Pekin’e bağımlı olmalarını sağlamaya yönelik jeopolitik bir hamledir. Aynı zamanda kuzey yarım kürede beklenen “ara kapatıcı büyüme”den geriye kalanı ele geçirme girişimidir. Seyrek nüfusu ve muazzam doğal kaynaklarıyla Orta Asya teknolojik modernleşme için son ileri hattır. Burayı ekonomik bir çöl olmak yerine serpilip gelişen bir koridora çevirmek Çin ağır sanayisi için, iç pazarını doyurduktan çok sonrasına dönük garantili bir pazar sağlardı ve Çin’in Pasifik Ötesi Ticaret Yollarına bağımlılığını azaltırdı. (Mason, sf.389-393)

İnsana dönük saldırı, düzenin, “fikirsiz yaşa buyruğu” ile birleşerek her türlü insan etkenliğini ve genel olarak bütün ütopyaları mahkûm eder. İnsan, idea ve ütopya üçlüsü yaklaşan barbarlığın ve distopyanın temel hedefidir. Üçünün yokluğu ile insanlığın yokluğu arasında bağ kurabiliriz. Distopyanın, dijital kontrolün, insan-idea ve ütopya bileşeninin saf dışı kalmasının bugünkü durumda temsilcisi Çin modelidir.

Bu proje yaşayıp meyvelerini verirse 21. yüzyıl küresel ideolojik karmaşıklığına tuhaf bir bileşen daha eklenecektir: Bürokratik, anti-hümanist Marksizm. Burada anti-hümanist vurgusu önemlidir ve yaklaşan barbarlık çağının, distopik görüntülerin insansız yönünü gösterir. Dünyanın, büyük zenginlerin ve seçkinlerin denetiminde insanlığı kenarda bırakacak hesapları göz önünde tutulduğunda insanlığı savunan hareketlerin Çin Marksizmine karşı zihinsel savunmasını geliştirmesi gerekir.

Paul Mason’un belirttiği gibi, “Teknolojik açıdan modern bir nüfus daha çok özgürlük isteyecektir, onları durdurmanın tek yolu ise insanlık dışı düzeylerde gözetim ve denetim dayatmaktır ve Şi’nin yapmakta olduğu tam da budur.”

Kapitalizm krizini nasıl açacak? Siyasetin lobiciler, uzmanlar, şirketler eliyle dizayn edildiği ve tarihsel olanın çok geçmişte kalmış gibi bir algının hâkim olduğu bir zeminde, ihtiyacımız olan şey, siyasetin gerçek anlamda geri dönüşü ise siyasetle tarihin yoldaşlığını unutmamalıyız. Bu sebeple bir tarihsel anamneze ihtiyaç var. Burada dikkat edilmesi gereken şey, bu muhayyel, yaratıcı, deneysel okumaların geçmişi değiştirmeye yönelik olmasıdır. Tarihsel anamnezi Ruda’nın felsefe için önerdiği üst-eleştirel anamnez olarak düşünebiliriz. Tarihselliğin önemi ve özellikle kriz anlarında belirmesi ve belirleyici olması bunu zorunlu kılıyor. Çin’in yükselişinin tehlikeli boyutlarını teşhis ediyorsak, doğal genişleme (istila) alanının İç Asya-Türk coğrafyası olduğunu tespit etmek gerekir. O halde İç Asya’nın kaderi ile burada önemli tarihsel aktörler olan Türk Rus ilişkilerine, bunun imkânlarına odaklanmaya ve Türkoloji’nin yeniden ele alınmasına ihtiyaç var.

Türkoloji

Türkoloji İngiliz icadı olarak anti-Rus bir anlayışla gelişmiştir. Bunun Türklükte ve Türkçülükte yarattığı tahribatı tespit etmek gerekiyor. Anti-komünist histeriyle anti-Rus tarih yazımının birleşmesi toplumun bütün katmanlarında ve fikri planda anti-komünist-Rus hissiyatı da aşarak her türlü itirazı, insani çıkışı mahkûm etmeye götürdü. Bu, özellikle milliyetçi-Türkçü cenahta ulus fikrine ve vatanseverliğe içkin milletin eşitliği, demokrasi, ulusal egemenlik, özgürlükler gibi kavramlara sırt çevirmeye sebep oldu. Türklük, açtığı anti-Rus cephede fikri çabayı, halka doğru gitmeyi ve halkın derdine ortak olmayı tarihinde bulunan eşitlikçi ve insan haysiyetini gözeten değerleri bir yana bırakarak militer, güce dayalı bir yola girdi. Bunun yol açtığı şey Türklüğün iktidarla, baskıyla anılmasıdır. Türkoloji’nin bu tip bir gelişimi halkın iyiliğinin, demokrasinin ve özgürlüğün Türklükle ilişkisini tahrip etmiştir. Fakat böyle bir imkân tarihsel olarak ve bugün tarihin bize sunduğu olanaklar bakımından vardır. Sistemin denetimine karşı göçebe düşüncenin, ruhun, özelliklerin tartışılması gerekiyor. Temel ihtiyacımız dogmatik olanı aşarak düşünmektir.

Türkoloji’nin doğup gelişmesinde İç Asya bağlantısı önemlidir. 1932 yılında Ankara’da toplanan 1. Türk Tarih Kongresi’nde bir ara patlayan kavganın bir tarafında Sadri Maksudi Arsal diğer tarafında Zeki Velidi Togan var. İkisi de Küçük Asyalı değildir. Eğitimlerini Rusya’da almışlardır. Diğer bir işaret, Talat Tekin’in, modern anlamda Türkoloji çalışmalarını Almanya’da eğitim görmüş Tatar ve Azeri asıllı Türkologların 1930’lu yılların başlarında İstanbul ve Ankara üniversitelerine atanmaları ile başlatmasıdır. (Küçük, sf. 260) Bunlar Türkoloji’de bir yabanıl ton olduğunu gösteriyor Yalçın Küçük’e göre. Türkçü cereyanın başlatıcıları Rusya Türkleridir. Yusuf Akçura, İsmail Gaspıralı, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin Resulzade, Hüseyin Ali, Ayaz İshak, Ahunzade Mizra Fethi Ali gibi. Katkılarının büyük olduğuna kuşku yok. Ancak bu bağlantı için daha geriye gitmek gerekiyor.

Küçük, Türkoloji’den oryantalizme geçişi vurgular. “Bartold ile birlikte kolonyalizmin gelişmesi ve oryantalist araştırmaların çoğalmasının senkronize olduğunu saptamaktadır; bunda da Büyük Britanya ile Fransa’nın öncülüğü var. Birincisinin Hindistan’ı kolonize etmesi ve ikincisinin Mısır’ı işgali ve kolonizasyonunu denemesi önemli tarihlerdir.” (Küçük, sf. 265)

Barthold, Kazan Üniversitesi’nin Doğu dilleri araştırması ve öğreniminde bir merkez haline geldiğini söylüyor. 19. yüzyılın ikinci yarısıdır bu tarih aynı zamanda. Petersburg Üniversitesi’nin açılışına denk geliyor. Petersburg Üniversitesi Osmanist çalışmalarda uzmanlaşmaya başlıyor. Daha sonra 20. yüzyılın başlarında Moskova’da Lazarev Enstitüsü’nde Smirnov ve Gordlevskiy öncülüğünde Türkçe ve Türk edebiyatının incelenmesi çalışmaları var.

Küçük Türkoloji’nin genesisinde 1853 yılının önemine işaret ediyor. İki önemli nokta var: Birincisi Rusya Çarı 1. Nikola’nın Osmanlı Devleti için “hasta adam” sözünü ortaya atmasıdır. İkincisi aynı yılın ekim ayında Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya savaş ilan etmesidir. Kırım Savaşı sonucundaki Paris Antlaşması ile Türkiye kendi toprak bütünlüğünü ve devletinin geleceğini Avrupa devletlerinin garantörlüğüne bırakmıştır. Rusya açısından ise onur kırıcı bir etki yaratmıştır. Emperyal Rusya bu tür yenilgilere karşı son derece duyarlıdır. Kırım mağlubiyeti Rusya açısından iç ve dış çok önemli iki dinamiği harekete geçirmiştir.

1856 ile 1861 arasındaki zamanda Çar’ın bir ferman ile Rusya serflerine özgürlüklerini verdiğini görüyoruz. Bu reformasyon 22 milyon Rusyalı mujike bir hareket serbestisi getirmiştir ve kendilerine yeni iş imkânları bulmak için topraklarından ayrılma özgürlüğü vermiştir. Kırım yenilgisi Rusya’nın güneye yürüyüşünü durduruyordu. Bu büyük kitle İç Asya’ya doğru yönelmiştir. Rusya’nın genişlemesi oraya doğrudur. Yusuf Akçura, Türkçülüğün Tarihi kitabında bunu belirtmektedir, “1860 yıllarına doğru Rusların Asya’ya yayılmaları İngilizleri ürkütecek kadar hızını arttırmıştı.” Macar Armenius Vambery ise 1861 yılında İç Asya’da Türkçülük cereyanları uyandırmak üzere yola çıkıyor. Mükemmel bir uyum söz konusu. (Küçük, sf. 266-269)

Vambery’nin Büyük Britanya Dışişleri Bakanlığı’na bağlı hareket ettiğine kuşku yok. Mükemmel ölçüde Türkçe öğrenip görünüşte Macar ana yurdunu araması ve Macarların Turaniyen bir kavim olduğuna inanması da söz konusu. Çok yoksul bir aileden gelmesi ve paraya bağımlılığı uzun ve riskli Asya yolculuğu zahmetine katılmasının sebepleri arasındadır. İstanbul’da her tabakadan insanlar dost olabilmişti. Bu nitelikleri itibariyle, 1860 yılında, belki de tek Avrupalı olduğunu söylüyordu. Ama esas önemi Yusuf Akçura’ya söyledikleridir: “İngilizler beni severler çünkü onlara Asya’yı ilk tanıtan ben oldum. Onlar beni dinlediler, anladılar. Hatta İngiltere Kraliyet hanedanıyla ayrı ayrı dost oldum, onların iltifatlarını gördüm.” (Küçük, sf. 269)

Fransa bazı çelişkiler olmakla birlikte her zaman Londra ile beraberdir. Türkist hareketlerin kurucusu sayılabilecek Vambery’nin Türkoloji alanındaki eksiğini Fransa’dan Leon Cahun dolduruyor. Küçük’ün iddiasına göre Türkoloji’nin kuruluşuna ve temel eğilimlerinin oluşmasına hiç kimse Cahun’dan daha fazla katkıda bulunmamıştır. Yıllar sonra ortaya çıkan Kemalist tarih ve dil savları şeklinde gelişen Türkoloji açılımları ana çizgileriyle Cahun’un fikirleri temelinde oluşmuştur.

Vambery’nin Türkoloji’ye önemli bir katkısı yok, asıl alanı Türkist uyanışlar sağlamak… Katkısı İç Asya’daki anti-Rus ve anti-Sovyet bütün cereyanlarda İngiltere boyutunun önümüze çıkarmasıdır. Bütün politikalar İngiltere desteğini kazanmaya göre kuruluyor. Bunlar ısrarlı çalışmaların sonucu, fakat tek başına Vambery’e bağlanamaz. Çünkü Londra Rusya’nın İç Asya ve Kafkasya’da yayılmasını durdurmak için yerli ve yabancı pek çok ajan kullanıyor. Vambery, ilki ve belki de en önemlisi. Bu durum Vambery’e önemli bir servet kazandırıyor.

Fransa bazı çelişkiler olmakla birlikte her zaman Londra ile beraberdir. Türkist hareketlerin kurucusu sayılabilecek Vambery’nin Türkoloji alanındaki eksiğini Fransa’dan Leon Cahun dolduruyor. Küçük’ün iddiasına göre Türkoloji’nin kuruluşuna ve temel eğilimlerinin oluşmasına hiç kimse Cahun’dan daha fazla katkıda bulunmamıştır. Yıllar sonra ortaya çıkan Kemalist tarih ve dil savları şeklinde gelişen Türkoloji açılımları ana çizgileriyle Cahun’un fikirleri temelinde oluşmuştur. Vambery gibi Yahudi kavminden olan Cahun, Türklüğün Arap bağlantısının kopmasında ve Asya’ya bakılmasının sağlanmasında çok etkili olmuştur.

Cahun, Avrupa dillerinin anahtarının Orta Asya olduğunu ve ırklarının menşelerini orada aramak gerektiğini söylüyor. Vambery Macarcanın kökünü Orta Asya’da ve Turan dillerinde ararken, Cahun bütün Avrupa dillerinin ve kavimlerinin kökü için aynı yurdu gösteriyor. Vambery, Derviş Raşit adıyla İç Asya’yı dolaşıyor. Avrupa ise içeride tekelci ve dışarıda emperyalist dönemin eşiğinde bulunuyor. Türkoloji bir İngiliz keşfi ise Fransa’da keşfi geliştiriyor. Küçük’e göre, Rusya Kürdoloji’yi keşfederek buna cevap vermiştir. Türkoloji ve sonra Kürdoloji’nin doğuşunda ve gelişmesinde emperyalistler arasındaki çatışmanın etkisini tespit etmek gerekiyor. (Küçük)

Bütün bunlara iki nokta ekliyor Küçük. Birincisi, Truman Doktrini ile Ortadoğu’nun emperyal sorumluluğu Büyük Britanya’dan Birleşik Devletleri’ne geçmiştir.  İkincisi, zaman içinde Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın Kürdist aktivitelerin bir destabilizatör ve zaman zamanda stabilizatör olarak kullanılabileceğini Sovyetler Birliği’nden öğrenmeye başlaması ile ilgilidir. (Küçük, sf.276)

Rusya’nın Türkoloji çalışmaları da İç Asya’nın kolonizasyonundan ayrı düşünülemez. Rusya’daki Türkoloji çalışmalarında William Radloff en öndedir. Vambery kadar serüvenci fakat ondan çok daha fazla bilimseldir. Profesör Hasan Eren Radloff’’la ilgili olarak, “Türklük bilimi bugüne değin O’nun açtığı çığırda gelişmiştir” demektedir. Küçük’e göre bu doğrudur fakat Radlof’un açtığı çığır, İç Asya’nın ve Sibirya’nın Rusya tarafından kolonize edilmesiyle denktir. Rusya kolonizatörleri ile Radlof İç Asya’da birlikte ilerlemişler, Türkoloji’yi geliştirmek isterken Türklük uyanışını bastırmaya çalışmışlardır. Yani Radlof’un çabasında Türkoloji çok yüksek bir yerde iken Türkizm çok geridedir.

Kısacası Türkoloji emperyalistler arası rekabetin içinde doğup gelişmiştir, anti-Rus ton çok belirgindir. Çarlığın yıkılışı ve Bolşeviklerin iktidara gelişi sürecinde ve devamında hem Türk-Rus ilişkileri hem Türkçü-komünist ilişkileri ve Türkoloji bakımından kısa süreliğine de olsa bu tonun azaldığını ve yeni imkânların ortaya çıktığını görüyoruz.

Çarlığın Yıkılışı, Türkçü-Komünist İlişkileri: Lenin, Enver, Mustafa Kemal, Mustafa Suphi ve Diğerleri

İmparatorluk çağının bitişine doğru giderken iki büyük imparatorluk kurmuş olan Türkler ve Ruslar birbirlerini de bitirmek için kıyasıya savaştılar. Rusların tarihsel, politik, stratejik hedefleri önünde, sıcak denizlere inme hikâyesinde, Türkler hep bir engeldi. Osmanlı Devleti’nin modernleşme çabalarını sekteye uğratan, Osmanlı’nın kaynaklarını ve zamanını tüketen ve onu yıkılışın eşiğine götüren Çarlık’tı. İki imparatorluğun yıkılışı ve yıkılış süreci yeni birlikleri, fikir alışverişlerini doğurdu. Türkçü fikriyatta Rus etkisi, Panslavizm, narodnizm ve komünizm olarak sıralanabilir. Savaşların ve yıkımın içinde modernleşmeye çalışan bu iki ülke ve millet Bolşevik İhtilali ile yeni karşılaşmalar, birleşmeler ve ayrılıklarla tarih sahnesine yeni biçimlerde çıktılar. Türkçüler ve komünistler tarihin bu en tozlu dumanlı devrinde ilişki içinde oldular.

Balkan Savaşları Türk yöneticileri ve aydınları açısından büyük bir hayal kırıklığı ve unutulmaz bir facia oldu. Türkçülüğün gelişiminde çok önemli bir yere sahiptir. Ruslar açısından Balkan savaşlarının önemi, 2. Balkan Savaşı’nda pan-slavizmin iflasıdır. İngiltere ve Rusya arasındaki Reval Görüşmeleri’nde Osmanlı Devleti’nin paylaşılması Enver Paşa’nın dağa çıkışına sebep oldu. Bu, onu “hürriyet kahramanı” olarak ortaya çıkarmıştır. İkinci Balkan Savaşı’nda ise Enver Paşa’yı bu sefer “Edirne Fatih”i olarak görüyoruz. Enver Paşa’nın hikâyesinde hep bir Rus etkisi bulunuyor. Çarlığın yıkılışında bu sefer İç Asya’dadır. 1.Dünya Savaşı’nın ağır yıkımı üzerine hiç pes etmeyen Enver, Lenin ile ve komünistlerle ilişki kurmuştur.

1.Dünya Savaşı hem Türkler hem Ruslar için bir dönüm noktası olmuştur. Sean McMeekin 1.Dünya Savaşı’nın Ruslar ve Osmanlı açısından merkezi önemde olduğunu söylüyor. Genelde Alman planı ve hesapları olarak görülen Dünya Savaşı’nın bir Rus planı olarak görülebileceğini ve savaşanların paylaşım istekleri açısından pekâlâ bir Osmanlı veraset savaşları diye nitelendirilebileceğini iddia ediyor. Dolayısıyla 1.Dünya Savaşı’nda Rusya’nın rolü ve hesapları çok mühim. Bu hipotez ve aslında durum, Çarlığın yıkılışının bütün hesapları ve gidişatı ne denli etkilediğini gösterir. Bütün planlar ortalığa dökülmüştür. Troçki gizli planları ifşa ediyor. Savaş bir iç savaşa dönüşüyor ve Ruslar için yeni bir süreç başlıyor. Bu elbette Türkler için de büyük öneme sahip. Öncelikle savaş Osmanlı’nın Ortadoğu toprakları için yapılmıştır ve işgaller başlamıştır. Aslında Fransa ve İngiltere statüko yanlısıdır. Türkler açısından ise mesele Anadolu’yu kurtarmaktır. İç Asya’nın kaderi de Rusya ile ilişkilere bağlıydı. Sazanov’un hayallerine bakılırsa, Rusya için 1.Dünya Savaşı’nda büyük umutlar ve parlak bir gelecek vardır. Pan-slavizmden Rusçuluğa, emperyal organizmalara has çeşitli tutkulara kadar Avrupa’nın gelecekteki yıldızı olarak görülen Çarlık Rusya’sı savaşın yarattığı açlık, hastalık, eşitsizlikler sebebiyle yıkıldı. Çarlığın yıkılışı Rus işçileri, köylüleri ve askerleri nasıl sevince boğduysa belki de dünyada bu çöküşü büyük bir sevinçle karşılayan diğer millet Türklerdir. Sovyet Devrimi, Cihan Harbi’nin yıkıntıları ve belirsiz bir gelecek döneminde hem Anadolu için hem İç Asya için bir talih oldu. Devrim, bütün emperyal planları alt üst etti. Rus, Türk, İran, Hint, Afgan, Ortadoğu halklarında bir heyecan dalgasına ve umuda yol açtı. Burada Türk-Rus, Türkçü-komünist ilişkisi devletlerin ve aktörlerin geleceğinde ve sınırların belirlenmesinde hayati bir rol oynamıştır. Tarih koşullar ve zorunluluklar içinde hiçbir zaman kontrol edilemeyecek ve geleceği belirlemenin imkânsız olması biçiminde çok çeşitli ve belki sınırsız ihtimallerin içinde işlemeye devam eder. Öyle oldu, dönemin devletleri İngiltere, Rusya, Türkiye ile aktörleri Lenin, Mustafa Kemal, Enver ve diğerleri zorunlulukların, belirsizliklerin ve ihtimallerin içinde mücadele ettiler, ittifak yaptılar, yenildiler, öldüler.

Millet ile devlet eşitliğinin kurulduğu kurulduğu bir zamanda Türk coğrafyasında devlet kurmak Türkçü aydınlar açısından öncelikliydi. Türkçü aydınlar sadece doktriner özellikleriyle değil adeta her biri devlet kurucu vasıflarıyla ön plana çıkıyor. Dolayısıyla Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı ve Lenin’in Türklerle kurduğu ilişki daha da önem kazanmıştır. Lenin açısından Türk tarafının muhatabı dönemsel olarak değişmiştir.

Çarlık bir milletler hapishanesiydi ve Bolşevikler için milletler meselesinin çözümü temel bir önem taşıyordu. Fakat iç savaş sürmektedir ve yeni düzenin oturması için Türk gücü önem kazanmıştır. Çarlığın yıkılışında da Türklerin katkısını unutmamak gerekiyor. Kızıl Ordu’da önemli oranda Türk savaşçı vardır. Lenin’in önündeki en temel meselelerden birisi Türklerle ve Doğu milletleri ile kurulacak olan ilişkiydi. Bu, hem İngiltere’ye karşı bir güç bulmak anlamında ve hem de yeni düzenin yerleşmesi bakımından önemliydi. Burada millet meselesinin 1.Dünya Savaşı sonrasındaki önemini belirtmek gerekiyor. Küçük’e göre, en azından sosyal mücadelede millet sadece 1.Dünya Savaşı sonrasının bir keşfidir. Millet olgusundaki bu yeniliğin sosyal mücadeleyi de aşan boyutları var; savaş ile birlikte milletler ilk kez ortaya çıkmasa bile millet ile devleti birleştirme eğilimi yaygınlaşıyor. Millet ve devlet eşitliği kurulduğunda, yeni milletler için bir de “mandater” düzeni bulunuyor. Mandat düzeni de 1.Dünya Savaşı icadıdır ve büyük devletler nüfuz bölgelerini koruyabilmek için mandater olma ve yoksul kavimler de mandat altında yeni bir devlet olmak için yarışa başlıyorlar. (Küçük, sf.56)

Millet ile devlet eşitliğinin kurulduğu kurulduğu bir zamanda Türk coğrafyasında devlet kurmak Türkçü aydınlar açısından öncelikliydi. Türkçü aydınlar sadece doktriner özellikleriyle değil adeta her biri devlet kurucu vasıflarıyla ön plana çıkıyor. Dolayısıyla Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı ve Lenin’in Türklerle kurduğu ilişki daha da önem kazanmıştır. Lenin açısından Türk tarafının muhatabı dönemsel olarak değişmiştir. Öncelikle Enver Paşa’ya çok önem veriliyor ve Enver Paşa Moskova’da itibarlı bir şekilde karşılanıyor. Emel Akal’dan öğrendiğimize göre Müslümanlar katında bu karşılama çok şaşaalıdır. Enver Paşa Moskova’ya gelince Hintli Mehmet Ali ile Afgan, Hive ve Azerbaycan murahhasları ile Tatar eşraf ve uleması ile görüşmüştür. Bütün Müslüman temsilcilerinin ona büyük saygı ve itibar göstermesi Bolşeviklerin gözünden kaçmamıştır. Bakü Kurultayı’ndaki karşılanışı bir göstergedir. “Birden locaların birinde Enver göründü. Müslümanlar Enver’i görür görmez kıyametler koptu. Herkes meclisi bırakarak etrafını ihata etti. Kimi alnını öpüyor, kimi elbisesine temas ediyor, kimi hayran hayran yüzüne bakıp duruyor, etrafını tavaf edip durdular.” (Akal, sf.167) Enver Paşa’nın Müslüman milletleri ve İç Asya’daki Türkleri İngilizlere karşı ayaklandırma savı Bolşevik Parti ve Lenin açısından adeta temel politika olmuştur. Bunu Hintli Roy da belirtiyor. Bolşevikler Ankara heyetini ise başlarda ciddiye almıyor. Yusuf Kemal Tengirşenk şöyle söylüyor: ”Moskova’da bize dediler ki, “kimsiniz evvela ne nam ile geldiniz.” Biz dedik ki, “Ankara hükümeti namına geldik. “Ankara hükümeti nedir?” dediler. “Ankara hükümetinin ne ve kim olduğunu bize söyleyin, biz hakikaten meçhuliyet içindeyiz, bizi temin ediniz.” dediler. “Yani bir devlet namına mı geliyorsunuz, Ankara hükümeti bir devlet midir?” (Akal, sf.157)

Bu karmaşada Enver’in Buharin, Çiçerin, Karahan gibi Bolşeviklerle teması vardır. Enver Paşa’nın özellikle Lenin ile görüşmesi Lenin’in açıklık ve samimiyetini ve Türkçü komünist ilişkisinin mahiyetini göstermesi bakımından önemlidir. Selenge Yayınları’ndan çıkan, Alman subay Richard Euringer’in yazdığı Enver Paşa’nın Sonu/ Gözü Kara Bir Türk’ün Macerası ve Mücadelesi kitabında Enver Paşa’nın macerası tarihi gerçekliğe uygun heyecanlı ve incelikli bir şekilde anlatılıyor. Bir tarihi roman olmakla beraber Lenin-Enver görüşmesi tarihsel gerçeğe uygun bir şekilde çok iyi özetlenmiş.

“Koyu renkli sivil kıyafetiyle Lenin’in dış görünüşünde ilk olarak kafası göze çarpıyordu. Şu kadarını Enver hemen anlayabilmişti. Yayımlanan resimlerden hiçbiri bu Moğol kafanın Asyalı görünüşünü yansıtamıyordu. Eğri duran kaşlarının altından çekik göz kapaklarının arasında Kalmuk gözleri duruyordu ki sol gözü hafif yamuğa benziyordu. (…) Zinovyev’in Doğu Kongresi’ne ilişkin sunumunu dinledi. Tam o sırada yerdeki halıya bir ayak bastı, narin bir el Seraskeri konuşmak için çağırıyordu.

“Ben geçtiğimiz sene de yapmaya çalışmıştım” diye başladı Enver. Lenin sözünü keserek bundan haberdar olduğunu söyledi.

“Troçki ile zorluklar yaşadınız öyle değil mi?”

 “Bana sıradan bir dilekçi muamelesi yaptı,” diye onayladı Enver.

 “Troçki bu konularda yetkili değil,” dedi Lenin. “Doğu bölgeleri beni epey ilgilendirir. Sizin istediğiniz bu kurulu toplayacağız yer olarak nereyi düşünmüştünüz? Bakü uygun mu sizce?”

 “Bakü? Kesinlikle.”

 “Peki, öyleyse Bakü.” Zinovyev’e dönerek söylemişti bunu.

“Yaklaşık ne zaman hazırlıklar tamamlanmış olur.” (…) “İslam aleminin tamamını mı istiyorsunuz?” diye sordu Lenin. Kendisi daha çok Hindistan, Mısır, İran, Arabistan gibi İngiliz etkisi altındaki ülkeleri önemsiyordu. Enver hemfikir olduğunu hissettirdi. Onun için esas önemli olan katılımın yoğun olması değil kendisinin etkisi olduğu ülkelerin iç güçlerini uyandırmak onları harekete geçirmek ve kendi safına çekmekti. Öncelikle Turan aleminin ülkeleri. Devrimci bir Müslüman ve özgürlük ve terakki mücadelesi veren biri olarak Lenin’in doğu ülkelerine ilişkin programına esas olarak katıldığını düşünüyordu.

 “Bizim tabii İslam’ın kendisiyle,” diye söze girdi Lenin. “Rusya’da yaşayan 40 milyon Müslümana rağmen İslam’ın kendisiyle program anlamında pek ilgimiz yok. Ve tabii ki siz de takdir edersiniz ki bu insanların Rus emellerinin tamamının muhatabı olarak göstermeme imkan yok. Bu konuda zannedersem sizinle hemfikiriz. Zaten bizlerin ne Turan alemini, ne Tataristan’ı ne İran’ı ne de Türkiye’yi Ruslaştırma gibi bir çabamız var. Bilakis, ben İngiltere’nin emperyalist saçmalıklarına ve Çar’ın kötü emellerine karşı Hindistan’da nasıl savaşıyorsam Rusya’da da öyle savaşıyorum. Sürekli artmakta olan bu nüfusu bir de şehir sayısını artırarak büyütmek aklımın ucundan geçmez. Bu tür düşünceler yüzünden eski Roma tıpkı eski Rusya gibi çökmüştür. Beslenme alanında çektiğimiz bütün sıkıntılar, işte bu kendini büyük görme sorunundan kaynaklanır. Artmak, artmak, büyümek, daha fazla büyümek, habire ve tekrar tekrar: İşte bu sivil düşkünlük yıllarca imparatorların, Romalıların ve şimdi de İngilizlerin siyasetini belirledi. Biz bunun tam tersi bir yol izliyoruz. Bu tahlilden yola çıkarak farklı bir yol izliyoruz. Biz tasfiye ediyoruz, gerekirse parçalıyoruz. Süreci altüst ediyoruz ve parçalıyoruz. Öncelikle Rusya’yı, sonra Almanya’yı sonra İngiltere… Fikirle yapıyoruz bunu. Tertipli olmak adına, fikirlerle. Biz tasfiye ediyoruz, yıkıyoruz, dağıtıyoruz. Herhangi bir organizma veya hiyerarşi tanımıyoruz. Artık yalnızca bölgeler halinde düşünüyoruz. Rusya için aklımızda burayı birkaç düzine Sovyet eyaletine bölme fikri var. Görüyorsunuz ki bu hususta çabamız devam ediyor. Mesela Turan aleminden olan halkların bu mantıksız Rus himayesinden çıkarıyoruz ve bunların otonom ve kendi kendileri yönetebilen cumhuriyetler olarak evrensel uyuma dahil olmalarını istiyoruz. Bir Türkmenistan’a, Özbekistan’a, Kırgızistan’a, Azerbaycan veya Afganistan’a karşı çıkacak hiçbir şeyimiz yoktur. Biz emperyalist hiyerarşilerin hegemonyasına karşı birbiriyle uyum halinde olan ve yalnızca kendi kendilerini yönetme hakkı noktasında buluşan otonomiler kurarak mücadele ediyoruz. Bu özellikliğin uzun vadeli yalnızca sosyalist bir sistem içinde sürebileceği, yani bunun sonucunda sınıfsız toplumların oluşacağı zamanla görülecektir. Esas merak konusu, sizin kendi alanınızda mevcut etkinizi bu yönde ne kadar kullanmak istediğiniz. Aynı zamanda bütün bu insanlarla onların anladığı dilde konuşabilmeniz de bizim için son derece sevindiricidir.

“Esas olarak, taktiksel anlamda da anlaşamayacağımız bir nokta göremiyorum” dedi Enver. “Benim esas hedefim olan İngilizlere karşı Türkiye’yi yeniden bağımsızlığına kavuşturmak, bu planlarla tamamıyla uyuşuyor.”

“Bir soru sormama izin verin” dedi Lenin. Ankara ile bir ittifak yaptığımızı biliyorsunuz, öyle değil mi?”

“Ankara’yla mı?”

 “Daha doğrusu bizimle irtibata geçen Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal ile. (…) “Türkiye’nin kurtarılması meselesi zaten emin edilerek geçmiş durumda. Öyle bir mutabakata vardık ki bunun yarattığı baskı orada İngiltere’yi bertaraf etmeye yetecektir. (…) Böylece bu yükten kurtulmuş oldunuz. Bundan böyle dikkatinizi daha geniş kapsamlı olana yani Turan meselesine yoğunlaştırabilirsiniz(…) Partimizin ve kızıl Ordu’nun bütün olanakları hizmetinizde olacaktır.” (…) Enver teşekkür etti kendisine bir memleket hayali sunduğunun farkındaydı.” (Euringer, sf.187-191)

Enver Paşa’ya Lenin tarafından açılan alan çok nettir. Fakat Bolşevikler içinde bunu uygun bulmayanlar var; bu durumu Bakü Kurultayı’nda görüyoruz. Bakü kurultayını John Reed komedi olarak görüyor. Hintli Roy’un görüşü de bu yöndedir. Lenin için ise batıda beklenen devrimler geciktiğine ve ufukta görünmediğine göre esas mesele devrimi korumak ve doğuda yeni yönetimler kurmaktır. Roy ile bu konuda tartışmaları var ve adeta entelektüel bir satrançtır. Lenin, batıdaki devrimcilere Sovyet düzenini batının propagandasına karşı korumak görevini veriyor. Yani Bakü Kurultayı hem Bolşevik partide Rusçu eğilimli olanları ve hem de batılı komünistleri tedirgin etmiştir. Bakü Kurultayı çoğunluğu oluşturan Türk katılımcıların istekleri ve görüşlerini anlamak bakımından önemlidir. Neriman Nerimanov çok etkilidir ve devrimci ve toparlayıcı bir tutum sergiliyor. Enver Paşa’ya olan yoğun ilgi ile kurultayda doğrudan konuşma yaptırılmaması arasında bir çelişki var. Ankara hükümetini temsil eden İbrahim Tali ise konuşmasını yapıyor. Enver’in bildirisi yoğun tartışmalar ve gürültüler içinde okunuyor. Lenin’in açıklığını kurultayın komünist delegelerinde göremiyoruz. Mustafa Suphi ise kenardadır bu durum Sovyet yönetimi ile Suphi arasındaki gerginliği gösteriyor. Türkçülük ve komünistlik arasında gidip gelen henüz anlamaya çalışan ve Sovyetlere umut bağlayan bütün aydınlar yeni gelecek olana dair bir tartışma içindedir. Zeki Velidi Togan önce çok yakın ilişki içindeyken Bolşeviklerin kendisini gözden çıkardığını hissediyor. Bu durum Mustafa Suphi için de geçerlidir. Togan Enver Paşa’nın pan-türkist ve pan-islamist hayallerine mesafelidir. Yaşamının en sıkıntılı ve zor zamanında Enver’i görmüş olan Zeki Velidi’nin, “bu zatın çok büyük bir idealist olduğunu hatta hayatla ve vakalarla pek hesaplaşmadığını” yazması bunu destekleyici niteliktedir. Küçük’ün belirttiği gibi,” Hayalci mi aşırı gerçekçi mi has ihtilalci de bu sorunun cevabı yoktur.” Togan, Enver’in nesnel olarak bir intihar peşinde olduğundan kuşku duymuyordu. Ama kendisi Enver kadar hayalci davranmayarak Türkiye’ye göç etmiştir. Togan’a göre, kanlı bir kolonizasyon sürecinin sonunda gelse de Orta Asya Türklerinde Rusya’dan ve yerine gelen Sovyet sisteminden kopma iradesi hiç olmamıştır. Sovyetlere başkaldırı da gerçek anlamda bir özerkliği elde edebilmek içindir. Togan’ın Başkurdistan devletinin başkanı ve komutanı olarak bir savaştan sonra Moskova ile anlaşması bu sebepledir. Lenin ile görüşmesinden iyi bir intiba ile ayrılıyor. Rusya Komünist Partisi’ne giriyor, parti toplantılarına katılıyor, ancak bir türlü parti kartına sahip olamıyor. Kendisine güvenmedikleri kanısına ulaşıyor. İlk fırsatta Moskova’dan kaçacaktır. Lenin’le ahlak platformunda ayrılıkları var. Lenin’in, “Siz neden böyle ahlaki nazariyelerden bahsediyorsunuz, nasıl inkılapçısınız?”  dediğini yazmaktadır. Bütün bu gelişmelerle beraber Sovyet gizli polisinin kendisini Kazakistan’da arayacağını hesap ederek Bakü’ye geçiyor. Bakü’de Türkiye Komünist Partisi merkezinde kalıyor. “Bakü’de ben doğrudan doğruya Türkiye Komünist Partisi merkezine gittim. Mustafa Suphi’yi gördüm parti merkezi binasında partinin azası olan Azerbaycanlı Emin Efendizade ve sonradan Kırım Cumhuriyeti reisi olan Vali ibrahimov’a verilmiş dairede onların misafiri olarak kalacağımı söyledi.” Suphi aynı zamanda Togan’a “hiç korkmayın” diyor. Bunlar ilk ayrılıklara işaret etmesi bakımından önemlidir.

Enver Paşa’ya Lenin tarafından açılan alan çok nettir. Fakat Bolşevikler içinde bunu uygun bulmayanlar var; bu durumu Bakü Kurultayı’nda görüyoruz. Bakü kurultayını John Reed komedi olarak görüyor. Hintli Roy’un görüşü de bu yöndedir. Lenin için ise batıda beklenen devrimler geciktiğine ve ufukta görünmediğine göre esas mesele devrimi korumak ve doğuda yeni yönetimler kurmaktır. Roy ile bu konuda tartışmaları var ve adeta entelektüel bir satrançtır.

Enver’in, Mustafa Suphi’nin ve Togan’ın Sovyetlerden uzaklaşmasında ve ilk ikisinin ölümünde Ankara-Londra-Moskova arasındaki ilişkinin yanında, Türk coğrafyasına Lenin’den farklı bakan Bolşeviklerin etkisi de vardır. Bunların başında Hintli Roy geliyor. Enver ve Cemal Paşaların ölümünde rolü bulunuyor. Cemal Paşa, Roy tarafından Anadolu’ya gitmek için ikna edilmiştir. Tiflis’te bir Ermeni tarafından öldürüldüğü resmi tarih bilgisi kapsamına giriyor. Bir hipotez olarak Moskova tarafından, Ankara-Moskova-Londra arasındaki antlaşma ve ilişkiler kapsamında gözden çıkarılması ihtimal dahilindedir. Artık, Moskova-Londra arasındaki anlaşmalarla, İç Asya, Afganistan ve Hindistan bölgesinde devrim Bolşevikler tarafından vazgeçilen bir yoldur. Roy’un tezine uygundur ve Roy olanları Lenin ile tartışmalarında tezinin doğrulanması olarak görüyor. Roy, Mustafa Kemal’in isyanını pan-islamist ve pan-turanist bir hareket olarak görmediği için, “tehlikeli Türk” olarak nitelediği Enver’e kesinlikle tercih ediyor. Hintli Roy, tarihinden gelen nedenler her türlü pan-islamist ve pan-turanist akımlardan ürkmektedir. Roy Enver Paşa’ya yakındır, Enver’in kaldığı evle komşudur. Enver Roy’a güveniyor. Bu güvende Roy’un Hintli olmasının payı olduğu görülüyor. Bütün planlarını Roy ile paylaşıyor. Roy ise Enver’i İç Asya’dan Hazar denizine kadar bir iklimde yıkılan Çarlık İmparatorluğu’nun yerine bir devlet kurmayı kafasına koymuş efsanevi bir Osmanlı paşası olarak görüyor.

Enver Paşa ve Mustafa Suphi’nin ölümünde ve Çerkez Ethem’in tasfiyesinde tarihsel uyum görünüyor. Cemal Paşa’dan sonra Talat Paşa’nın aynı akıbete uğramasının tarihi 15 Mart 1921’dir. Talat’ın öldürülmesinden bir gün sonra, 16 Mart 1921 tarihinde, Moskova’da Türk-Sovyet Antlaşması imzalanıyor. Aynı günde Londra’da Sovyet-British Ticaret Antlaşması ile British-Türk Malta Tutsakları Antlaşması’nın da imzalanmış olduğunu görüyoruz. Talat’ın ölümünden kısa bir zaman önce Trabzon açıklarında Moskova’dan gelen Türkiye Komünist Partisi lideri Suphi ve arkadaşlarının boğulduğunu, hemen aynı tarihlerde de Çerkez Ethem’in tasfiye edildiğini biliyoruz. Sıra Enver’e gelmiştir. Roy ile Lenin arasındaki entelektüel santrancı düşündüğümüzde Enver’in yazgısıyla bunun arasında bir paralellik var. Yalçın Küçük bunu belirtiyor, Roy, “Enver türünden İslamist liderlerle iş yapmayı bir kez kabul etmiş olmayı bile önemli bir ilkesizlik ve Bolşevikler açısından ayrıca naiflik saymaktadır. Lenin sınıf içeriğine bakmaksızın, kolonyal nasyonistleri, tarihsel olarak devrimci güç görmekte ve müttefik kabul etmektedir; buna göre, Bolşevikler için, Enver Paşa Ortadoğu ve Hindistan’daki anti-emperyalist ve pan-islamist hareketin idolüdür.” Fakat Roy Enver’in, Bolşeviklerden yardım alarak, Orta Asya’da sosyalist devrimin karşısına çıkacak bir devlet kuruluşu peşinde olduğunu ileri sürmektedir. Böylece Enver Paşa’nın mücadele dolu hayatı sona ermektedir.

Bu tarihsel süreç Anadolu’nun kurtuluşu ve Türkiye’nin kuruluşu bakımından çok önemlidir. Mustafa Kemal Paşa’nın pan-turkist ve pan-islamist yönetimlere karşı mesafesi ve hiç olmayacak ittifakları adeta bir orkestra gibi kurması meselenin diğer boyutudur. Burada tarihi zorunluluklar, kısıtlar dikkate alınmalıdır. Karşıtlıklar ve kurucu şiddeti sürekli vurgulamak yerine Türkoloji’de daha nitelikli ve alan açıcı tartışmaların yapılması gerekiyor. Bu aynı zamanda tarihsel anamnezin kapsamına girmektedir. Tarihsel anamnezin barışa ve özgürlüğe yönelik olması son derece önemlidir; bu özellikle Türkoloji çalışmaları için böyledir.

Sonuç

İç Asya’nın yazgısında Enver Paşa’nın ölümü önemlidir, yine de sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Türki cumhuriyetlerinin kuruluşunda Lenin’in payı vardır. Daha sonra Stalin döneminde yapılan katliamlar Türk komünist ilişkisini geri dönülmez bir şekilde tahrip etmiştir. Sadece belli bir kesitini özet olarak verebildiğimiz bu tarihsel süreç Türkoloji bakımından yeniden değerlendirilmeyi hak ediyor. Sovyet, Batı ve Türk tarih yazımının bu süreçle ilgili tam bir ortaklığı vardır. Batı tarih yazımı ile Sovyet tarih yazımı diğer bütün meselelerde zıtlık içeriyorken bu dönemle ilgili bir uyum görüyoruz. Dolayısıyla bu dönemin Türkoloji açısından yeniden değerlendirilmesi ve tartışılması önem arz ediyor.

Günümüz açısından baktığımızda ise Türkiye ve Rusya’nın demokratikleşmesi ile İç Asya’nın demokratikleşmesi birbiriyle bağlantılıdır. (Burada demokrasiyi bir seçim oyunu olarak görmediğimizi, yürütmenin sınırlandırılması, ortak karar mekanizmalarının kurulması ve bunun bir anlayış olması, elitler, uzmanlar, lobiler ve şirketler tarafından dizayn edilen siyasetin yerine insani olanı geliştiren bir zeminin oluşması şeklinde anladığımızı vurgulamak gerekiyor. Değilse demokratik materyalizm bir oyuna dönmüştür.) Halkların lehine bir gelişmenin önünü açabilecek, daha demokratik ve özgürleşmeci bir seçeneği doğurabilecek imkânlar bulunmaktadır. Bunun için Rusya’nın makul ve demokratik bir zemine gelmesi gerekiyor. Bu Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Türk-Rus ilişkisinin bu temelde ele alınmasına bağlıdır. Aynı zamanda Türklüğün ve Müslümanlığın insanı ve özgürlükçü bir temelde değerlendirilmesi zorunluluğu bulunuyor. Hukukun olmadığı yerde millet, özgürlük yoksa ahlak yoktur. İkisi yoksa -adalet ve ahlak- geriye kaba güç kalıyor. Bu iptidaî yaşamdır, hayvan-insancı anlayışın yaşama egemen olmasıdır. Müslümanlık ise bir kimlik değil anlayış olarak düşünüldüğünde insanlık yolunu açar. Zaten isteyen Müslümanlık yerine pekâlâ insanlık diyebilir.

Günümüz açısından baktığımızda ise Türkiye ve Rusya’nın demokratikleşmesi ile İç Asya’nın demokratikleşmesi birbiriyle bağlantılıdır. (Burada demokrasiyi bir seçim oyunu olarak görmediğimizi, yürütmenin sınırlandırılması, ortak karar mekanizmalarının kurulması ve bunun bir anlayış olması, elitler, uzmanlar, lobiler ve şirketler tarafından dizayn edilen siyasetin yerine insani olanı geliştiren bir zeminin oluşması şeklinde anladığımızı vurgulamak gerekiyor. Değilse demokratik materyalizm bir oyuna dönmüştür.) Halkların lehine bir gelişmenin önünü açabilecek, daha demokratik ve özgürleşmeci bir seçeneği doğurabilecek imkânlar bulunmaktadır.

Tarih türlü olasılıkların ve belirsizliklerin içinde şekillenir; kaotik ve akışın hızlı olduğu bir dünyada kontrol edilemezlik daha da çok hüküm sürüyor. Fakat bu düşünme sanatını engellemez. Bu meseleye demokratikleşme ve insanı savunma açısından baktığımızda Çin’in doğal yayılma (istila) alanı olan Türk coğrafyasıyla ilgilenmek, Türk-Rus ilişkilerine ve tarihine odaklanmak ve Türkoloji’yi özgürleşmeci bir şekilde ele almak önem arz ediyor. İnsanlığın çare arayışı ve bu konudaki en zor anlarda beliren dehası, ütopyacıl potansiyeli ve umut ilkesi hiç bitmez. Türkiye-Rusya, Türk-Rus ilişkilerinin geleceğine ve bölge halklarının özgürlüğüne dair düşünmenin bir yönü de budur.

Kaynaklar:

  1. Emel Akal, Moskova-Ankara-Londra Üçgeninde İştirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri, İletişim Yayınları, İstanbul.
  2. Paul Mason, Apaydınlık Gelecek/ İnsanın Köktenci Bir Savunusu, Yordam Kitap, İstanbul.
  3. Richard Euringer, Gözü Kara Bir Türk’ün Macerası ve Mücadelesi/ Enver Paşa’nın Sonu, Selenge Yayınları, İstanbul.
  4. Sean McMeekin, 1.Dünya Savaşı’nda Rusya’nın Rolü, YKY, İstanbul.
  5. Yalçın Küçük, Sırlar, YGS Yayınları.

Yorum bırakın