Gölgelerin İktidarı

SÜHA TARIK KESKİN

Her sabah iş için kalktığımızda veyahut iş bulmaya çalışırken dahi hayatımıza müdahale eden kavramlar, bir yanıyla da sabah erken saatlerde işe gidip, onca emeğin karşısında aldığımız maaşın azlığını açıklayamıyor. İş yerinde maruz kaldığımız mobbing’i ve inşaatlarda neden çoğunlukla Kürt ve Arapların çalıştığını açıklamıyor. Öte yandan sadece birkaç dakika maruz kaldığımız herhangi bir twit veya haber veyahut dışarıda arkadaşlarımızla yaptığımız bir sohbet, gün içinde ne kadar zor şartlarda yaşasak ve çalışsak da bizi içinde bulunduğumuz ve birebir deneyimlediğimiz gerçeklikten uzaklaştırıp, zamanla kendi emeğimize, ömrümüzün önemli bir kısmını sarf ettiğimiz çalışma hayatına karşı körleştiriyor. Bu konuda da hayatımızın her yanını işgal eden mitoloji, gerçekliğini ve sahiciliğini aşırı yüksek nutuklarla ve abartılı tepkilerle tahkim etmeye çalışıyor.

Gün içerisinde oldukça yoğun bir şekilde uyarana maruz kalıyoruz. Her yerden fışkıran, sokakta yürürken dahi gözümüzü alan bol reflektörlü reklam billboardlarından neonlu dükkân tabelalarına kadar her adımda dikkatimiz her bir yandan çekiştiriliyor. Öyle ki artık reklam görmeden bir internet sitesine girmek dahi imkânsız. Bu kadar çok uyarana maruz kalırken bir yandan da twitter’da ufak bir parmak hareketiyle yine yüzlerce uyaranı davet ediyoruz. Ancak bu denli maruz kaldığımız uyaranın odaklandığı iki nokta var, ya cebimizdeki para ya da işten, okuldan arta kalan boş vaktimiz. Ancak elde ettiğimiz boş vakit de işimizden elde ettiğimiz gelire göre belirleniyor.

Gün içerisinde oldukça yoğun bir şekilde uyarana maruz kalıyoruz. Her yerden fışkıran, sokakta yürürken dahi gözümüzü alan bol reflektörlü reklam billboardlarından neonlu dükkân tabelalarına kadar her adımda dikkatimiz her bir yandan çekiştiriliyor. Öyle ki artık reklam görmeden bir internet sitesine girmek dahi imkânsız. Bu kadar çok uyarana maruz kalırken bir yandan da twitter’da ufak bir parmak hareketiyle yine yüzlerce uyaranı davet ediyoruz.

Yorgun argın işten evimize geldiğimizde ne yemek yapacağımıza bile karar veren çalışma şartlarımız her ne kadar hayatımızı belirlese de, sosyal medyadaki bir parmak hareketi hepimizi içine çekerek, bizi hayali bir siyasi arenanın ortasına atarak hayatımızın büyük bir kısmını harcadığımız emeğimize yabancılaştırıyor. Nitekim belli zamanlar yükselen siyasi tansiyon; arkadaşlarımızla, ailemizle kurduğumuz ilişkileri de şekillendiriyor, Mahmud Derviş’in deyimiyle bizi muhasara eden bir hayaleti kuşatmaya çalışmakla geçiyor günlerimiz.

Öte yandan günümüz iktidarı kendi kültürel alanını her türlü medya aracı ile genişletmeye devam ederken, iktidar karşıtı merkez akımlar da kendilerine yeni kültürel mecralar buluyor. Geçenlerde Avrupa şampiyonu olan Voleybol milli takımı üzerinden ilerleyen tartışmalar, kişilerin kendilerini taraf ilan etmesine, bir şampiyonluktan ziyade bir “kültürel zafer” anlatısına doğru evirildi. Bu olayda yaşanan ters kutuplaşma hadisesi bence bize cumhuriyetin temel dinamiklerini, hangi temeller üzerine inşa edildiğini gösteriyor. Nitekim kültürel alanda “karanlığa karşı savaş” miti üzerine kurulu bir cumhuriyet, kendi taraflarını yaratıp onları savaşları arasında yaşamına devam ediyor. Günün sonunda yine hayaletleri kuşatıp onları yenmeye çalışıyoruz.

İslamcı hafızada çokça yer edinen “şapka kanunu” ve “ezan yasağı” gibi pratiklerin aynı zemindeki akisleri bugün seküler zihinde “içki yasağı” ve “nas böyle diyor” söylemleri ile açığa çıkıyor. Her ikisi de zeminleri aynı ancak tarafları farklı, deyim yerinde ise “aynı mitolojik atmosferde” kendi varlıklarını devam ettiriyorlar. Böylelikle kurulan bu “karanlığa karşı savaş” anlatısı ve bu anlatının ürettiği kültürel yasak ve doğrular yaşadığımız hayatı gölgelemeyi sürdürüyor.

Şimdi bir adım geri çekilelim ve yukarıda zikrettiğimiz iki noktaya bakalım; politika ve reklamların hedeflediği alan çalışma hayatımızdan elde ettiğimiz gelir ve boş vaktimiz. Bu iki olgu da kendini o kadar yoğun bir şekilde empoze ediyor ki sanki hayatımız ya bir şey almaktan veyahut bir taraf tutmaktan ibaretmiş gibi duruyor. Zamanımızın önemli bir kısmını harcadığımız emeğimizi ise kendimiz için dahi görünmez kılıyor.

Bu tabloyu en iyi gözlemleyebildiğimiz örneklerden biri ise geçen sene Katar’da düzenlenen dünya kupası oldu. Şampiyonanın bir Arap ülkesinde gerçekleştirilmesi büyük tepkilere sebep olurken, bir başka yanıyla da Katar’ın ülke olarak getirdiği yasaklar da gündemi epey işgal etti. Aynı zamanda Katar’daki İslami örgütlerin “tebliğ” çalışmaları oldukça göze çarptı. Bu kadar tartışmanın arasında Katar’ın elde ettiği turizm geliri ise ekonomi haberleri arasında yer buldu. Tüm bu tartışmaların arasında görünmez kılınan ise, spor komplekslerini kimin inşa ettiği sorusu idi. Nitekim bu spor komplekslerinin inşası sırasında kötü çalışma koşulları sebebiyle aralarında göçmen işçilerin de bulunduğu 6000 işçi can verdi. Ancak bizim gördüğümüz ve şahit olduğumuz sadece ve sadece “beyaz” Avrupalılar ile ırkçılığa maruz kalan bir devlet arasındaki tartışma oldu.

Tabi ki bu örnek sadece Katar’a özgü değil. Bugün ülkemizde kendi emeğimizi ne kadar savunduğumuz ve kaderimizi ortak olduğu işçileri ne kadar mesele ettiğimiz açıkça ortada. Ülkenin dört bir yanında grevler sürerken ana medyanın sessiz kalması da cabası. “Kapsayıcı” siyasetin kapsayıcılığını nasıl kaybettiğini gözler önüne seren bu tablo, bir yanıyla kendi kapsama alanını nasıl oluşturduğunu gösteriyor. Bir başka deyişle “aydınlık” veyahut “İslami” kimlikleri kapsadığını iddia eden bugünkü siyasi partiler, söylem ve polemiklerini emek meselesinin dışında kurmaya çalışıyor. Çünkü biliyorlar ki bugünkü manada devlet, bir şirketten veyahut şirketler grubundan farksız bir durumda. Kendi tahakküm ve sermayelerini tahkim etmek için bizim kendi emeğimize bile kör olmamızı istiyorlar.

Emeği temellük eden iktidar, buradan elde ettiği zenginliği meşrulaştırmak adına bir zemin yaratmaya çalışıyor. Son yirmi seneye kadar Kemalizm ile yaratılan bu zemin, özellikle son on senedir inanç ile sağlanıyor ve emeğimizi yeniden ve yeniden görünmez kılmaya çalışıyor, hem de kimseye ait olmadığını düşündüğümüz dinimizi kullanarak.

Öyle ki çocukluğumuzdan beri sığındığımız, inananları ile birlikte bir cemaat olduğumuz dinimizi bile bu polemiklerin orta yerine koyarak inancımızı sadece kendilerinin bir malı gibi görüyorlar. Bir gün nas derken ertesi gün nassın hükmünü görmezden geliyorlar. Bir gün barış dini derken ertesi gün tarihin olanca şiddetini insanların üzerine boca ediyorlar. Nas meselesinde gördüğümüz üzere kişinin ve cemaatin her eylemine karışma yetkisine sahip bir dinin, helal ve haramlarının derecesini cari ve fani olan bir iktidar belirliyor.

Emeği temellük eden iktidar, buradan elde ettiği zenginliği meşrulaştırmak adına bir zemin yaratmaya çalışıyor. Son yirmi seneye kadar Kemalizm ile yaratılan bu zemin, özellikle son on senedir inanç ile sağlanıyor ve emeğimizi yeniden ve yeniden görünmez kılmaya çalışıyor, hem de kimseye ait olmadığını düşündüğümüz dinimizi kullanarak. Hitler Almanya’sındaki Yahudi karşıtlığı nasıl ki temelde burjuva Yahudiler ve Almanlar arasındaki ekonomik eşitsizlikten kaynaklanıyor ve günün sonunda katil bir rejimle sonlanabiliyor ise, şu anda da eskiden “eşitsizliğin” bir ifadesi haline gelmiş olan muhafazakarlık aynı yolda ilerliyor.

Nitekim iktidar, kendi araçları ile sunduğu inancın karşısında herhangi bir itirazı kabul etmiyor. Yasaklanan meallerden tutun da 12. yüzyıla ait bir Tevrat tefsirinin apar topar yayından kaldırılmasına kadar örnekler çoğaltılabilir. İktidarın bu kadar kuvvetlendiği anda onun en çok görünmez kıldığı, savunmasız bırakmak istediği alana, emek alanına yoğunlaşmak, bu işleyen gölgeler iktidarını kırmanın yegâne yoludur. Çünkü boş vaktimizden tutun ne yediğimize, hangi dizileri izleme fırsatı bulduğumuza kadar belirleyici olan nokta, emeğimiz ve emeğimizin karşılığıdır. Bizler emeğimizin karşılığını almakta ısrar ettikçe, inancımızı da bu yoğun işgalden ve birilerinin siyasi polemiklerinden kurtarmış olacağız.

Ne yapmalı?

Emeğinize sahip çıkmanın, insanca yaşamayı savunmanın yolu, bir olmaktan ve birlikte olmaktan geçmektedir. Her birimizin karşılaştığı sorunlar ortak ve aynı zeminde iken gölgeler iktidarını yıkmanın yegâne yolu birleşmektir. Bunu iş hayatımızda sendikalar ile yapabiliriz. Nitekim sendikaya üye olan Trendyol işçilerinin işten atılması gibi örnekler emeğimizin arkasında olmamızın ne denli önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Bugün bu denli ortak sorunumuz varken iktidarlar bizi kendi gölgeleri ve manipülatif söylemleri ile fırkalara bölerek, emeğimizi savunmamızın ve insanca yaşama hakkımızın karşısında duruyorlar. Halkın mücahitleri örgütünden tutun, Rusya Müslümanlarının komünlerine kadar, Paris Komünü’nden tutun Barınamıyoruz eylemliliğine kadar, tuttuğumuz hat ve taraf gayet açık ve nettir ve bu mücadele bizi kendi sanal dünyasında yaşamaya zorlayan gölgeler iktidarına karşıdır.

Emeğinize sahip çıkmanın, insanca yaşamayı savunmanın yolu, bir olmaktan ve birlikte olmaktan geçmektedir. Her birimizin karşılaştığı sorunlar ortak ve aynı zeminde iken gölgeler iktidarını yıkmanın yegâne yolu birleşmektir. Bunu iş hayatımızda sendikalar ile yapabiliriz.

Yorum bırakın