Hamit Erdem: “Ekim Devrim’inden hemen sonra Rusya’daki Müslüman Komünistler, çok önemli reformcu hareketleri insanlığın tarihine kaydetmişlerdir.”

İslam, sosyalizm, modern cumhuriyetin teşekkül dönemi tartışmaları ve komünist siyasetin dünü üzerine kıymetli yazılarından takip ettiğimiz Hamit Erdem ile Halka Dergi için yazılı bir röportaj gerçekleştirdik. Sorularımıza verdiği özenli cevapların meselenin tartışılmasına ciddi bir katkı sunacağını düşünüyoruz. Bu kıymetli röportajı ilginize sunuyoruz.

Halka Dergi Yayın Ekibi

***

Mustafa Suphi ve TKP’nin kurucuları.

Türkiye’de İslam ve Sosyalizm arasındaki ilişki dönemsel olarak kurulan ve dağılan ve hiçbir şekilde birikim haline gelmeyen bir biçimde ilerlemiştir. Sizin yazılarınızda belirttiğiniz tarihsel sürecin yanında, daha sonraki yıllarda dönemsel ya­kınlaşmalar ve fikri tartışmalar var. Kuruluyor, yıkılıyor ve bir teorik bütünlü­ğe ve harekete dönüşemiyor. Bunun sebeple­ri hakkında ne söylersiniz? İlave olarak: Sizce İs­lam ve sosyalizm muhtevaları ve tarihsel durumları gereği uz­laşmaz mıdır?

Sorunuzun en sonundan başlayayım.

İslam ve Sol, bildiğiniz gibi farklı kategorik kavramlardır. Biri inanca dayalı ilahî bir din diğeri dünyayı ve insanlık tarihini diyalektik ve tarihî materyalizmle açıklayan bir ideolo­jidir. Yeryüzünde İslam’ın ve çağdaş “sol”un ortaya çıkış süreçleri, insanlıkla buluştuğu tarihler, doğdukları coğrafyalar, dayandık­ları toplumsal kesimler, ideolojileri, uzak ve yakın hedefleri -bu alt başlıklar çok daha uzatılabilir- farklıdır.

Bizim üzerinde ko­nuştuğumuz ve tar­tıştığımız anlamda, İslam ve sol işbirli­ği ya da yoldaşlığı sorunu, emperya­lizm çağında ortaya çıkmıştır. Rusya’da Ekim Devrimi ile dünya kapitalist sisteminin en zayıf halkasından kırılması süreci içinde ortaya çıkmış sosyolojik bir sorundur.

Ekim Devrimi bir yandan işçi sınıfına ve geniş halk kitlelerine dayanan sosyalist bir hükü­metin -Paris Komünü’nden sonra- kurulabi­leceğini insanlığa ispat etmiş, diğer yandan Rusya’daki farklı milliyetlerden milyonlarca Müslümanın; özgür­lük, adalet ve kendi geleceğini tayin vb. gibi haklarının, o zamana kadar rastlanmayan bir katılım ve coşkuyla içselleştirilmesini sağlamıştır. Sözünü ettiğimiz “İslam ve sol işbirliği ya da yoldaşlığı sorunu” işte bu politik iklimin sonucudur.

Türkiye’deki İslam ve sol arasındaki ilişki ve işbirliği sorunu ise, yukarıda andığım tarihlerde, ağırlıklı ola­rak iki koldan girdi; Bir yanıyla İttihat Terakki Partisi kanalından, diğer yandan Osmanlı sosyalistleri ve Os­manlı’nın Müslüman komünistleri tarafından politik gündeme sokulmuştur.

Öyle ki 1917’de Rusya’daki Bolşevik Devrim, en tepe­deki devlet erkânından en alttaki halk tabakalarına ka­dar Türkiye’yi dalga dalga etkilemiş; on yıllar boyunca savaşlarda karşı karşıya geldikleri -bir büyük ülke- Rus­ya’dan gelen devrim haberi sevinç ve coşkuyla karşılan­mıştır. O sırada iktidarda bulunan İttihatçılar da bunun dışında kalamamıştır. Partinin orta ve alt kademeleri Bolşevizm ve İslam üzerine yeni projeler üretmeye başlamışlar, İttihatçı liderlerden -Türklerin emperyal paşası- Enver Paşa bile yine kendi iktidar hülyaları için­de Bolşeviklere yaklaşmış, Müslümanlığı ve komünizmi -bu hülyalar uğruna- harmanlamış, 1920 Ağustosunda Moskova’ya gittikten sonra kurmak için uğraştığı İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı kanalıyla Rusya’da, 1920 ilkbaharında Ankara’da kurulan Yeşil Ordu Cemiyeti içinde de yerel İttihatçılar kanalıyla Müslümanlık ve Komünizm işbirliğini savunan bir pozisyon almıştır.

Diğer yandan; İslam ve sosyalizm yoldaşlığının yalnız­ca bir propaganda sorunu olarak değil, sosyalizmin İslam ilkelerini kapsayan yeni bir ideoloji olduğu söy­lemi, Ekim Devrimi’nden önce de bazı Osmanlı aydın­ları tarafından dile getirilmiştir. Burada da Paris Ko­münü’nün özellikle iktidar gazeteleri dışında Osmanlı basınında sevinçle karşılanması ve Fransız sosyalizmi etkili olmuştur. Bu sorunu Türkiye’de ilk ele alan parti 1910 yılında kurulan Osmanlı Sosyalist Fırkasıdır.

Ekim Devrimi’nden sonra ise 1920’de Ankara’da kuru­lan Yeşil Ordu Cemiyeti ve Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası daha ciddi tartışma ve kararlılıkla İslam-Sosya­lizm yoldaşlığı sorununu savunmuşlardır.

Bütün bu süreçlerde İslam ve sosyalizm ilişkisi işaret ettiğiniz gibi kalıcı bir birikim oluşturamamış, zayıf bağlar, kopuşlar, yeniden yakınlaşmalar şeklinde cere­yan etmiştir. Doğal olarak bunu tek nedene bağlamak doğru olmaz. Bu konu üzerine ciltler yazılabilir. Ben iki neden söyleyeyim. Mustafa Suphi’den sonra genel olarak Türkiye’de komünist hareket -biraz da o günün realitesi gereği Komintern tarafından yönlendirilerek- yüzünü bütünüyle Batı Marksizmine dönerek siyasetini buna göre programlamıştır.

İslam ve sosyalizm yoldaşlığının yalnızca bir propaganda sorunu olarak değil, sosyalizmin İslam ilkelerini kapsayan yeni bir ideoloji olduğu söylemi, Ekim Devrimi’nden önce de bazı Osmanlı aydınları tarafından dile getirilmiştir. Burada da Paris Komünü’nün özellikle iktidar gazeteleri dışında Osmanlı basınında sevinçle karşılanması ve Fransız sosyalizmi etkili olmuştur.

Bir diğer neden bizim olduğu kadar bütün Müslüman coğrafya için de geçerlidir. Sosyalist ideolojinin; sömü­rüyü ortadan kaldırma, adalet, toplumsal dayanışma ve mazlum milletlerin kendi geleceklerini belirleyebi­lecekleri şiarlarıyla heyecanlanan Müslüman kitleler; aydınlar, hareketler ve partiler; İslam’ın o günün ihti­yaçlarına cevap veren güçlü bir reformcu tutumunu ortaya koyamamışlardır. Müslüman halkların bütün o haklı talepleri, Batı emperyalizminin güçlü tahakkü­mü altındaki “ulusal cumhuriyet ya da krallık rejimleri” içinde sönümlenmiş, bir bölümü de emperyalist devlet politikalarının aracı durumuna düşmüştür.

İştirak gazetesinde İslam ve sosyalizmin uyumuna dair yazıların çıkması sadece Müslümanlara seslenebilme­nin bir yolu olarak mı yer alıyor yoksa ikisinin birlikte olabileceği bir teorik ve pratik çaba var mıdır?

İştirak gazetesi, İslam ve sosyalizm uyumunu savunan -ve Ekim Devrimi’ne daha 7 yıl varken- bu yaklaşımı ıs­rarla vurgulayan gazetelerdendir. Bildiğiniz gibi gaze­teyi çıkaran “İştirakçı” lâkaplı İzmirli gazeteci Hüseyin Hilmi’dir.

Ancak İştirak gazetesinde yer alan bu “İslam ve sosya­lizm uyumu” özelliğini yerli yerine yerleştirebilmek için gazeteyi diğer özellikleriyle birlikte okumak gerekli­dir. İştirak gazetesi Hüseyin Hilmi’nin 1910’da kurdu­ğu Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın yayın organıdır. İştirak sayıları incelendiğinde; “Liberalizm, Anarşizm, Müslü­manlık, Sosyalizm” felsefelerinin her birinin gazete sü­tunlarında kendine yer bulduğu görülür.

İştirak, daima hükümetin hışmına uğramış, sorumlula­rı para, hapis ve sürgün cezasına çarptırılmıştır. Parti yöneticileri İştirak’in yasaklı olduğu dönemlerde İnsaniyet, Sosyalist, Medeniyet, Beşeriyet ve İdrak adındaki gazeteleri çıkararak her seferinde -aynı bakış açısıyla- mücadelenin yolunu bulmuşlardır.

Bu arada şunu özellikle belirtmeliyim ki, Osmanlı Sos­yalist Fırkası ve Türkiye Sosyalist Fırkası’nın ömürleri, aradaki Birinci Dünya Savaşı yıllarını, gazetelerin kapatılma ve yöneticilerinin sürgün yıllarını çıkarırsak, aralıklarla hemen hepsi üç yıldan biraz fazla yaşama şansı bulmuş partilerdir. Yani Osmanlı sosyalizmi için tarih sahnesine çıkan partiler kesintilerle süren bu kısa ömürlerinde, tezlerini toplum nezdinde yeterince sa­vunma şansı bulamamışlardır.

Ama İstanbul’da ilk kez bir deri fabrikasında işçileri örgütleyen, onları greve çıkaran, Veli Efendi Çayırı’nda grev çadırı kuran ve onlar adına işverenle toplu söz­leşme imzalayan Osmanlı Sosyalist Fırkası, 1919-20-21 yıllarında binlerce işçiye ulaşan kitlesiyle onlarca grev, direniş örgütlemiş, Türkiye’de ilk defa binlerce kişiyle 1 Mayıs’ı kutlamış ve pek çok başarıya imza atmıştır.

Türkiye Sosyalist Fırkası; İstanbul’da Kadıköy, Aksaray, Beşiktaş, Ayvansaray, Şişli, Silahtarağa’da; Anadolu’da Edirne ve Eskişehir, Avrupa’da Paris’te şubeler açarak sosyalist mücadeleyi teoriden eyleme geçiren ve Müs­lümanları sosyalizmle tanıştıran bir parti olmuştur.

Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın farklı yayınlarında hemen hemen aynı paralelde olmak üzere Müslümanlık soru­nu dikkatle ele alınmıştır. En etkili yayın organı İştirak gazetesinin başlığının hemen altında bir Müslüman öz­deyişi “Biri Yer Biri Bakar, Kıyamet Ondan Kopar” iba­resi bulunmaktadır. İlerleyen sayılarında bir slogana daha yer verilmiştir. “Milletim Nev-i Beşerdir, Vatanım Rûy-i Zemin”. Yani; “milletim (yeni insanlık ya da) tüm insanlıktır, vatanım ise bütün yeryüzü.”

İştirak gazetesinin başlığının altında yer alan slogan­lar, Müslümanlığın sosyal adalet ve paylaşımcı felsefe­siyle sosyalist ideolojinin eşitlikçi ve dayanışmacı özel­liğinin yakınlığını belirtmek için konulmuştur.

Ancak olay yalnız slogan olarak kalmamıştır. Müslü­manlık ve sosyalizmin birbirine yakınlığı düşüncesi üzerine İştirak gazetesinde pek çok bilgi ve yazı bulun­maktadır.

Örneğin İştirak gazetesinin 4. sayısında bizzat Osmanlı Sosyalist Fırkası başkanı ve İştirak’in başyazarı Hüseyin Hilmi imzalı bir yazıda; İslamiyet ve sosyalizmin yakın­lığı üzerinde durulmaktadır. Hüseyin Hilmi, -gerici bir yayın organı olan- Şurayı Ümmet gazetesinde Alâeddin Cemil imzasıyla sosyalizme saldıran bir yazıyı “Şurayı Ümmet’e Cevap” başlığıyla yanıtlamış ve şu görüşleri savunmuştur:

“Sosyalizmin kökleri Hazreti İsa’ya dayanmaktadır. İs­lamiyet’te ise birçok ayet-i kerime ve hadis sosyalizmin ruhuna uygundur, örneğin zekât böyle bir kurumdur, Şurayı Ümmet’in iddia ettiği gibi sosyalistler yağmacı değildir, kimsenin malının yarısını istemezler. Ancak bu ‘gafil muharririn’ büyük servetlerin kaynağı nedir? sorusuna vereceği cevabında büyük bir gerçek gizlidir. Bu servetleri işçilerin emeği olmadan kimse tek başına kazanamaz. Biz İslam’ın hepimizi kardeş sayan emrine uyarak birleşeceğiz, gerekirse grev yapacağız ve gayri meşru kazanılan servetlerin hiç değilse bir bölümünü kendi emeğimizin karşılığı olarak geri alacağız.”

Yine İştirak gazetesinin 4. ve 5. sayılarında “Düşün” baş­lığıyla yer alan, “Ulemadan Bir Zat” imzalı bir yazıyı, Karesi (Balıkesir) mebusu Mecdi Efendi yazmıştır. Mec­di Efendi de Batı’nın ekonomik, ahlaki ve sosyal çökün­tüsü karşısında İslamiyet ve Sosyalizmin, işçilerin sos­yal sorunlarının çözümünde uzlaşabileceğini yazmıştır.

İştirak gazetesi denk gelen sayılarında, okurlarının ra­mazan ve dinî bayramlarını kutlamakta, örneğin; “teşrif eyleyen ramazan-ı şerifi bilcümle İslam kardeşlerimize tebrik etmeyi İştirak gazetesi bir vazife-i mukaddese addeder” demektedir.

İştirak gazetesinin 20. sayısında (Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın programının açıklandığı sayı) yayımlanan “Osmanlı Sosyalist Fırkası Beyannamesi” de “Ağniyanın (zenginin) servetinin kırkta biri fukaranın hakkıdır” di­yen ferman-ı ilahi ile başlamaktadır.

Beyanname’nin bir başka yerinde ise, “(İslam’ın) ayet ve hadisle açık olan yoksulların yanında olan tavrı, Tür­kiye’de kimse tarafından dile getirilmemektedir, ancak sosyalistler İslam’ın bu sosyal yanının unutturulmasına izin vermeyeceklerdir.” denilmektedir.

Türkiye Sosyalist Fırkası’nın gazetesi İdrak’in birinci sayısında yer alan “Fırkamızın Beyannamesi” ve “Hak” başlıklı yazılarda da; “Memleketimiz ezeli bir sosyalist memlekettir. Hak ve hakikati açıklayan İslam dini esa­sen ahkâm-ı münifesiyle (seçkin hükümleriyle) bir sos­yalist düsturdur. İslam, sosyalizm esasatını sarahaten tesbit etmiş, Türk ân’anâtı (gelenekleri) da birçok sos­yalist fikirleri muhtevi bulunmuştur.” diye yazmaktadır.

Türkiye Sosyalist Fırkası’nın 1919 yılında çıkardığı ve “Sosyalistlik Nedir?” başlıklı broşürde de benzer bir yaklaşım vardır. Burada toprak üzerindeki feodal top­rak mülkiyeti tartışılırken, sosyalizmin nihai hedefinde ‘toprağın umumun malı olduğu’ ve köylüye ihtiyacı öl­çüsünde dağıtılacağı, İslamiyet’in de bu kuralı kabul ettiği yazılmaktadır.

Türkiye Sosyalist Fırkası’nın gazetesi İdrak’in birinci sayısında yer alan “Fırkamızın Beyan­namesi” ve “Hak” başlıklı yazılarda da; “Mem­leketimiz ezeli bir sosyalist memlekettir. Hak ve hakikati açıklayan İslam dini esasen ahkâm-ı münifesiyle (seçkin hükümleriyle) bir sosyalist düsturdur. İslam, sosyalizm esa­satını sarahaten tesbit etmiş, Türk ân’anâtı (gelenekleri) da birçok sosyalist fikirleri muhtevi bulunmuştur.” diye yazmaktadır.

Burada dönemin aydınlarının, halkı aydınlatmak ve ör­gütlemek iddiasındaki siyasi parti önderlerinin, dinî ka­naat önderlerinin vb. hangisinin; “sosyalizm ve İslam’ın birbirini tamamlayan ideolojiler olduğuna inandıkları”, hangisinin; “bunu bir propaganda aracı olarak kullan­dıkları”… bunu kolaylıkla saptamak mümkün değildir. Ancak bana göre sorunu bu şekilde ele almak anlamlı da değildir. Çünkü, mevcut sömürü düzenini devletin bütün aygıtlarıyla korumak ve en küçük bir karşı çıkı­şı en gaddar yöntemlerle yok etmek isteyen Osmanlı monarşisine karşı mücadele; tartışmalardaki o ince nüansları görmemizi engellemektedir. Diğer yandan Batı emperyalizminin Avrupa’da, Osmanlı sultanlarının Türkiye’de -o yıllardan itibaren daima söylenegelen- “sosyalizmin aile kurumunu ortadan kaldıracağı, bütün üretim araçları gibi kadınları orta malı yapacağı” ya­lanını o devasa devlet aygıtıyla en ücra köylere kadar soktuğu gerçeği, bizim sorumuzdaki naif tartışmaları daha da hafifletmektedir. Marx’ın Manifesto’da bu ko­nuda yazdıkları hatırlanırsa kara propagandanın nele­re kâdir olduğu anlaşılır.

Yine de şunu yazmak yanlış olmaz; Osmanlı Sosyalist Fırkası belgelerine bir bütün olarak bakılırsa, İslam di­ninin kimi esaslarının sosyalizm idealiyle örtüştüğüne dair bir kanaat olduğu anlaşılmaktadır. Ancak diğer yandan da sosyalizmin kitlelere ulaştırılmasında İslam dininin sosyal ve dayanışmacı yanının öne çıkarıldığı da görülmektedir.

Yeşil Ordu Cemiyeti’nin ve Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası’nın bu konudaki etkisini anlatır mısınız?

Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası’nın İslam’ın bir sol yorumunu yapması zenginler sınıfı tarafından büyük bir öfkeyle karşılanıyor; zengin sınıflar İslam’ın kendi kontrollerinde kalmalarını istiyor. Bu, partinin doğru yolda olduğunu ve İslam ve sosyalizmin birlikte ele alındığı bir teorinin önemini ve gücünü gösteriyor.

1920 yılında Ankara’da, Nisan-Ekim ayları arasında­ki dönemde faaliyet gösteren Yeşil Ordu Cemiyeti; Sol-İttihatçıların, Müslüman-Komünistlerin, Komünist Enternasyonal taraftarlarının ve Türkiye’nin bir sosyal devrime ihtiyacı olduğunu savunan farklı kesimlerin desteklediği anti-emperyalist ve anti-kapitalist progra­ma sahip bir “çatı” örgütü olarak kurulmuştur.

Kemalist hükümet, Yeşil Ordu Cemiyeti’ni iki kez kapat­mayı denemiş, başarılı olamayınca Ekim (1920) ayında, yönetiminde paşaların, milletvekillerinin ve (eski itti­hatçı) yeni Kemalist politikacıların olduğu bir –Resmî– Komünist Fırkası kurdurarak Yeşil Ordu Cemiyeti’ni bölmüş, etkisiz hale getirmiş, komünist çalışmayı bu partiden –Resmî– TKF’dan alınacak izne bağlamış, ken­di dışındaki sol faaliyeti yasa dışı ilan etmiştir.

Hükümetin kurduğu bu tuzak partiye katılmayanlar ise yeni bir parti kurmuştur. Adı, Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası olan bu örgüt; Türkiye’de sol ve komünist ha­reketi, Anadolu’nun sosyal ve politik koşullarına, yerel imkânlarına ve kendine has özgün kültürüne dayandır­dığı için diğerlerinden daha fazla öne çıkmıştır.

Bu siyasi faaliyette en büyük pay hem Yeşil Ordu Ce­miyeti’nin hem de Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası’nın Katib-i Umumisi, yani Genel Sekreteri olan Tokat Mil­letvekili Nazım (Resmor) Bey’indir.

Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası 1920 yılı aralık ayında faaliyete geçmiş, hükümetin yoğun baskısıyla karşılaş­mış, partinin Genel Sekreteri Tokat Milletvekili Nazım Bey’in milletvekilliği İstiklal Mahkemesi tarafından dü­şürülmüş, Nazım Bey 15 yıl, diğer parti yöneticileri de benzeri ağır hapis cezalarına çarptırılmış, bir yıl sonra Kemalist Hükümet dönemin siyaseti öyle icap ettirdiği için cezaları kaldırmış, aynı ekip 1922’de Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası’nı yeniden kurmuştur. Nazım Bey bu dönemde Büyük Millet Meclisi tarafından İçişleri Bakanlığına seçilmiş, Mustafa Kemal’in tehditleri ne­deniyle istifa etmek zorunda kalmıştır.

Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası; Emek, İkaz, Yeni Ha­yat ve Doğru Öz adlarıyla yayın organları çıkarmıştır. Programında Türkiye’nin bir köylü toplumu olduğun­dan yola çıkarak, köy ve köylüye dayalı bir örgütlenme modeli önermiş, işçi sınıfı öncülüğü yerine bütün emek­çi sınıfları içine alacak bir “devrimci kitle partisi” üze­rinde durmuştur. Partinin yayın organlarından Emek gazetesi ikinci sayısında Komünist Manifesto’nun tam metnini basmış, Yeni Hayat ise Komünist Enternasyo­nal’den haber, yorum ve belgelerin yanında, özellikle Nazım Bey’in yazılarında somutlaşan ve “halkçı-iştira­kiyun” olarak adlandıracağımız bir politikayı savunan yazılarla öne çıkmıştır.

Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası’nın İslam’ın bir sol yorumunu yapması zenginler sınıfı tarafından büyük bir öfkeyle karşılanıyor; zengin sınıflar İslam’ın kendi kontrollerinde kalmalarını istiyor. Bu, partinin doğru yolda olduğunu ve İslam ve sosyalizmin birlikte ele alındığı bir teorinin önemini ve gücünü gösteriyor.

Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası, diğer yandan İslami­yet ve komünizmin yoldaşlığını savunmuş, bu iki düşün­cenin birbirinin devamı olduğunu ön plana çıkarmış; komünizmin bir yönetim biçimi olarak ortaya koyduğu “Şuralar Cumhuriyeti” ile İslam’ın ilk dönemlerindeki “Doğrudan Demokrasi” uygulamasının özünde aynı şey olduğunu ileri sürmüştür. THİF belgelerinde, bir yoksul dini olan İslam’ın sonraki yıllarda kanlı iktidar ve ser­vet mücadelelerine yenik düşerek özünden uzaklaştığı yazılmıştır. Rusya’daki Bolşevik Devrim’in yeniden gün ışığına çıkardığı geleneksel değer İslam ile yükselen değer komünizm birbirini tamamlayacaktır. Partinin ismindeki “İştirakiyyun” o yıllarda komünizm anlamında kullanılmaktadır. (Bakü’de Mustafa Suphi’nin başında bulunduğu teşkilatın adı da Türkiye İştirakiyyun Teşkilatı’dır.) İştirakiyyun hem komünizmi hem İslam en­ternasyonalizmini simgelemektedir. O dönemi anlatan hatıralara göre, Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası’nın bu söylemi geniş topluluklar üzerinde ilgi görmüş ve bü­yük taraftar bulmuştur.

Dönemin koşulları dikkate alındığında, Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası yöneticilerinin bir bölümünün, İslam ve komünizm yoldaşlığına samimiyetle inan­dığını, komünizmin maddeci dünyasını maneviyatla dengeleme arzusu içinde olduklarını, ancak diğer yandan da komünizmin toplumsal ve ekonomik dü­zen tasarımını kabul eden ancak manevi yönden ürken kitlelere ulaşmak hedefi ile hareket ettikleri görülmektedir.

Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası’nın bu çalışmaları­nı anlamayan Kemalizm’in parlak kalemi Falih Rıfkı Atay, anılarında bir ayrıntı aktarmaktadır: Buna göre THİF, Ankara’da Hacıbayram Camisi yakınlarında aç­tıkları bir kulübe pek çok kişiyi çağırmış, burada Mil­letvekilleri Nazım Bey, Mehmet Şükrü ve Şeyh Ser­vet toplananlara hitap etmişler ve “Mecliste bir grup yapalım, memleketin buna ihtiyacı var, komünistlik İslam esaslarına uygundur, Ebubekir komünisttir, Müslüman olduktan sonra bütün varını yoksullara dağıttı” içerikli konuşmalar yapmışlardır.

THİF’nın bu anlayışını; dünyaya ‘aşağıdakilerin pen­ceresinden’ bakmak; peygamberlerin ve din uluları­nın, yoksul, ezilmiş ve yalnız insanların yanında oldu­ğu, inancın ancak ezilenlerin ve yoksulların insanca yaşaması için gösterilecek çabada yattığı, şeklinde okumak mümkündür.

Bu düşüncelerin yazılması, konuşulması, anlatılması Meclis’in zengin ve kudretli eşraf-ağa-hoca takımını derhal harekete geçirmiş; tartışmalar birden “mülki­yetin ve mirasın kutsallığı” eksenine kaymış, komü­nizm ve İslam’ın asla bir araya gelemeyeceği üzerine hararetli tartışmalar yapılmıştır.

Kemalist hükümet, Umur-ı Şeriye Vekaleti’ne bir fet­va verdirerek “İslam’la bağdaşmayan bu hareketin tanınmamasını” istemiş ve Büyük Millet Meclisi’ndeki eşraf-ağa-hoca takımının öfkeli desteğini arkasına alarak Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası’nı kapatmış­tır.

Parti kapatılmasaydı ve yaşayabilseydi bu programın nasıl gelişeceğine ilişkin tartışmalar boşuna olabilir. Ancak Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası’nın, yoksulla­rı dinsel baskının binlerce yıllık karanlığını aralama­ya ve ‘din’i daha dünyevi yaşamaya çağıran çabası, bir anda mevcut düzenin egemen sınıflarını harekete geçirmiştir.

Dinin toplum üzerinde baskı aracı olarak kullanılma­sı politikası, ucundan köşesinden tartışmaya açılması bile Meclisteki eşraf-ağa-hoca ağırlığına bu tehlikeyi göstermiş, komünizm ile İslam’ın asla bir araya gele­meyeceğini ispata girişmişlerdir.

Gerek feodallerin –bu kudretleri tartışma götürme­yen sınıf temsilcileri– gerekse de onlarla pragmatik olarak ittifak kuran Kemalistler, belki de İslam’ın bu şekilde çağın gereklerini yakalayacak reformcu bir açılım ihtimalini elbirliği ile doğmadan öldürmüşler­dir.

Mustafa Suphi’nin Müslüman komünist hareketle ilişkileri ve hareketin İslam ve sosyalizm hakkında­ki fikirlerine dair tutumu nasıldı? Rusya’daki Müslü­man komünist hareketin Bolşeviklerle ilişkisi devrim ve iç savaş sırasında işbirliği seklindeyken özellikle 1923’ten sonra Müslüman ve Türklere yönelik tasfi­yeler başladı. Hem Rusya’da hem Türkiye’de gelişebilecek bir İslam sol hareketin oluşamamasında Sov­yetlerin payı var mıdır?

Rusya’daki devrim, sürgünde bulunan muhalifleri de özgür kılınca (1918 Şubat) Mustafa Suphi Moskova’ya gelmiştir. Moskova’da, bir gazete çıkarmak isteğinde­dir. Bu amaçla Moskova’da başında Stalin’in bulundu­ğu Milliyetler Halk Komiserliği’ne bağlı Merkez Müslü­man Komiserliği’ne başvurmuştur. Mustafa Suphi’nin yardım istediği Merkez Müslüman Komiserliği’nin yö­neticilerinden Mollanur Vahidov, Şerif Manatov ve Ga­limcan İbrahimov Müslüman-Komünistler arasında çok iyi bilinen önderlerdendir. Müslüman-Komünistlerin yöneticileri arasında adı geçen Mirseyit Sultangaliyev ise o sırada Milliyetler Halk Komiserliği’nde Stalin’in yardımcısıdır.

1918’de kurulan Merkez Müslüman Komiserliği resmi bir kurumdur ve amacı Bolşevik Partisi’nin o tarihte za­yıf durumda olduğu özellikle Rusya’nın iç ve Müslüman bölgelerinde Müslüman halkı sosyalist devrime kazan­dırmaktır.

Mustafa Suphi, Moskova ve Kazan’da; Müslüman Ko­münist hareketin bütün Müslüman coğrafyasını altüst ettiği bu dönemde kendini bu çalışmaların içinde bul­muş, onlardan büyük destek görmüş, onların tezlerin­den önemli ölçüde etkilenmiş, kaderini bir noktada onların kaderiyle bağlamıştır.

Merkez Müslüman Komiserliği başkanı Mollanur Va­hidov, Mustafa Suphi’yi Merkez Müslüman Komiserliği propaganda bölümü başına getirmiş, bu kurul Türkçe, Arapça, Farsça broşür ve gazeteler yayımlamış, yine o günlerde Merkez Müslüman Komiserliği’n yayın orga­nı Kızıl Bayrak gazetesinde Mustafa Suphi’nin söyleşisi yayımlanmıştır.

Merkez Müslüman Komiserliği’nde Mollanur Vahidov ve Stalin’le Türkçe gazete yayımlanması sorununu gö­rüşen Mustafa Suphi, Yeni Dünya gazetesini çıkarma­ya başlamıştır. Mustafa Suphi’nin bir örgütlenme aracı olarak düşündüğü Yeni Dünya bu şekilde doğmuştur ve kendisini “Merkez Müslüman Sosyalistler Komitesinin Türkçe Naşir-i Efkârı (sözcüsü)” olarak tanımlamıştır. İlk sayısının 27 Nisan 1918’de basıldığı Yeni Dünya ga­zetesini, Mustafa Suphi gittiği her yerde çıkarmayı ka­rarlı bir şekilde sürdürmüş, Mustafa Suphi yönetiminde toplam 67 sayı yayımlanmıştır. Dönemin olağanüstü koşullarında Yeni Dünya gazetesi sırasıyla Moskova, Kırım, Taşkent ve Bakü’ye taşınarak hayatını sürdüre­bilmiştir.

22 Temmuz 1918’de Moskova’da yapılan Türk Sosya­listleri Konferansı, 4 Kasım 1918’de yapılan Müslüman Komünistler Kurultayı Mustafa Suphi’nin de içinde olduğu faaliyetlerdendir. Türk Sosyalistleri Kongresi Mustafa Suphi önderliğindeki Türkiyeli komünistle­rin ilk örgütlenme faaliyetinin başlangıcıdır. Mustafa Suphi bu kurultayı açarken: “Bizim bugün tuttuğumuz yoldan dün Rusya’da yaşayan Tatarlar yürümeye başla­mışlardı… Bu teşkilat Türkiye’de sosyalistliğin ütopizm devrini atlatıp devr-i hakikat istidadında olduğunu gös­terir.” demiştir.

Müslüman-Komünistler; İslam’ın dünyevi ve ‘ezilmiş’ bir din olduğunu savunmuş, Marksizm ile İslam’ın bazı temel ilkelerinin uyuşabileceğini, Müslüman toplum­larda devrimci mücadelenin ‘İslam’ unsuru hesaba katılmadan yapılamayacağını, batılı komünistlerin ‘gericiliğe karşı mücadele ile din karşıtı propaganda­yı’ birbirine karıştırdıklarını ileri sürmüşlerdir. Müslümanların İslam’a karşı duydukları bağlılığın temelinde, ‘yoksulu koruma, dayanışma, eşitlikçilik, zorunlu zekât, kamu mülkiyetine sıcak bakma vb.’ gibi sosyal neden­ler yatmaktadır. Sultangaliyev, Müslüman-Komünist hareketin Doğu’ya sosyalizmi yayma konusunda avan­tajlarının, Rus Bolşeviklerine göre daha fazla olduğunu yazmıştır.

Yine Müslüman-Komünistler, Doğu halklarını uyandır­manın, Batı’daki görece burjuvalaşmış proletaryadan daha kolay olduğunu, Doğulu mazlum ulusların ‘ek­mek, toprak ve özgürlük’ mücadelesinde birleşecekle­ri en genel cephenin anti-emperyalist bir ‘Sömürgeler Enternasyonali’ olduğunu öne sürmüşlerdir.

Dünyada devrimci durumun, sömürge ülkelerde ik­tidara gelecek devrimci yönetimlerle, metropollere gidecek kaynakların kesilmesiyle sağlanabileceğini savunmuşlardır. Bu yaklaşım Batı merkezli Marksist düşüncenin, sanayisi olmayan sömürge ve yarı-sömür­ge ülkelerdeki, ‘üçüncü dünyacı’, ‘köylüye ve kıra’ daya­nan komünizmin kuramsal öncülü olmuştur.

Mustafa Suphi, gerek Müslüman-Komünistler Kurul­tayı’nda gerekse Moskova’da, 2-6 Mart (1919) tarihle­rinde, elliden fazla temsilci, on dokuz farklı ülkedeki komünist parti veya grubun katılımıyla toplanan Ko­münist Enternasyonal Birinci Kongresi’ne yaptığı ko­nuşmalarda; (Müslüman-Komünist önderlerin sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki mücadeleyi belirleyici ilan etmelerini doğru bulmamış) Batı metropol ülkeleri ve Doğu’nun sömürge ve yarı-sömürge ülkelerindeki dev­rimci hareketlerin birbirinden ayrılamayacağını ve bu ikisinin, biri adına diğeri için feda edilemeyeceğinin altını çizmiştir. Ancak İslam coğrafyasındaki sosyal uyanışa, Komünist Enternasyonal ve Bolşevik parti­since yeterli önemin verilmemesini eleştirmiş ve eğer Doğu’nun örgütlenmesi için harekete geçilmezse, Batı emperyalizminin Rus devrimini boğmak için bu Müslü­man halkları -sosyalist devrimin- üzerine süreceği tezi­nin altını çizmiştir.

Mustafa Suphi’nin bu süreçte katıldığı çalışmalardan biri de Bakü’de 1-8 Eylül 1920’de düzenlenen Birinci Doğu Halkları Kurultayı’dır. Kurultay’ın hedefi; Doğu’da yalnızca komünist ve sol siyaset içinde bulunan grup ve partileri değil, tarafsız veya İslamcı, emperyalizme veya kendi egemenlerine karşı mücadele eden bütün halkların katılımını sağlamaktır. Kurultay’ın 4 Eylül ta­rihli oturumunda Enver Paşa’nın bildirisi okunmuştur. Enver Paşa, Kurultay’a Bolşevikler tarafından davet edilmiş, ancak Mustafa Suphi ve Türkiye Komünist Teş­kilatı ile bazı Doğulu delegeler tarafından -Osman­lı’nın bu eski paşasının konferansa katılması- şiddetle protesto edilmiş, bu nedenle Mustafa Suphi ve Komin­tern yönetimi ters düşmüştür.

8 Eylül’de biten Birinci Doğu Halkları Kurultayı’nın ar­dından, 10 Eylül 1920’de Bakü’de ‘Türkiye Komünist Teşkilatları Birinci Kongresi’ adıyla bir kongre toplan­mıştır. Bu kongre, farklı komünist teşkilatları birleşti­rirken aynı zamanda “Türkiye Komünist Fırkası Birinci Kongresi” olarak da anılacaktır. Kongre’de kabul edilen Program’da ‘din’ sorunu “Din ve Milliyet” başlığı altında düzenlenmiştir. Buna göre:

Türkiye’deki inanç ve ibadet meseleleri her milletin kendi iç inisiyatifine bırakılarak tam bir inanç ve vicdan özgürlüğü sağlanacağı, inancından dolayı kimsenin zorlanamayacağı kayıt altına alınmıştır. Diğer yandan sermayedarlara ya da diğer hâkim sınıflara nüfuz ve kuvvet veren muhtelif milletleri temsil davasında bu­lunan “ruhani kurumların” tamamen hükümet ve dev­letten ayrılarak cemaat teşkilatı haline getirilmeleriyle gerçek bir laisizmin sağlanacağının altı çizilmiştir. Din ve milliyetler kanalıyla insanlar arasında düşmanlık doğuran hurafelere karşı mücadele edileceği belirtil­miş, dil ve kültür bakımından her milletin tam hürriye­tini temin ve bu itibarla bir veya diğer millete mahsus her türlü imtiyazı ortadan kaldırır ilkesiyle “Hür Millet­lerin Hür Birliği” düsturu programa alınmıştır.

Türk Sosyalistleri Kongresi Mustafa Sup­hi önderliğindeki Türkiyeli komünistlerin ilk örgütlenme faaliyetinin başlangıcıdır. Mustafa Suphi bu kurultayı açarken: “Bizim bugün tuttuğumuz yoldan dün Rusya’da yaşayan Tatarlar yürümeye başlamışlar­dı… Bu teşkilat Türkiye’de sosyalistliğin ütopizm devrini atlatıp devr-i hakikat is­tidadında olduğunu gösterir.” demiştir.

Bizim kuşağımız devrimci mücadele içinde, tarihte “milliyet ve din” kuşatmasını yaran halkların bir büyük toplumsal başkaldırısı olan Şeyh Bedrettin ayaklanma­sını, Nazım Hikmet’in 1936’da yazdığı “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı” ile öğrenmiştir.

Ancak Şeyh Bedreddin hareketi ilk kez 1918 yılında Mustafa Suphi’nin çıkardığı Yeni Dünya gazetesinin ye­dinci sayısında yer almıştır.

“Şark ve Sosyalizm” başlıklı uzun makalede Hüseyin Hüsnü adlı yazar, Şeyh Bedreddin ve Bedreddin hare­ketini okurlarına tanıtmaktadır. Makaleden bir bölüm şöyledir:

Bedreddin: “Allah dünyayı yaratmış insanlara bahşet­miştir. Servet, mahsulât ve arazi cümlenin müşterek malıdır. İnsanlar müsavidir (eşit). Birinin büyük servet­lere sahip olması, diğerinin ekmeğe bile muhtaç kal­maları maksud-u ilahiye münafidir (aykırı)” demiştir.

İşte altı yüzyıl önce Küçük Asya’da özünü İslam’dan alıp, ancak ondan uzaklaşarak; servetin, mahsulâtın ve arazinin cümlenin müşterek malı olduğunu ilan eden, İslam’ı, Hıristiyan’ı, Musevi’yi, Mecusi’yi bir ve kardaş sayan; sarayı, saltanatı, muharebeyi, tekkeleri, derviş­leri ve ulemayı zulüm ve baskının aletleri kabul eden, nikâhlı kadınlardan başka dünyada her şey müşterek olmalı diyen ve Karl Marx’dan altı yüz sene evvel aynı maksat, aynı niyet, aynı isteklerle insanlığa seslenen ve sırf bu uğurda feda-yı can eden bir büyük sosyalisti okurlarımıza tanıtmak isteriz.” diye yazmaktadır.

Mustafa Suphi, Doğu’nun büyük düşünürlerinden Ömer Hayyam’ı, Sadi Şirazi’yi ve Şeyh Bedreddin’i, Batı’dan ise önce ütopik sosyalistleri sonra Marx’ı okumuştur.

Rusya’daki mücadele dönemi Mustafa Suphi’ye farklı bir deneyim kazandırmış, orada Müslüman-Komünist hareketle omuz omuza yaşadığı bu özgün deneyim, Mustafa Suphi’yi, İslam’la barışık ateist bir lider olarak karşımıza çıkarmıştır. Müslüman kimliğini hiç sorun etmeyen komünist Mustafa Suphi’nin kaybıyla Tür­kiye komünist hareketi büyük bir kırılma yaşamış, bu dönemden sonra genel olarak sol hareketler İslam’la barışamamıştır.

Ekim Devrim’inden hemen sonra Rusya’daki Müslüman Komünistler, çok önemli reformcu hareketleri insanlı­ğın tarihine kaydetmişlerdir.

Zaten 1917 Şubat ve Ekim devrimi bütün Müslüman coğrafyasını topyekûn değiştiren bir zihniyet değişikli­ğine de sebep olmuştur. Müslüman halkların Rusya’nın pek çok şehrinde topladığı kongrelerin en önemlisi, 1-11 Mayıs 1917 tarihleri arasında Moskova’da topla­nan “Rusya’da Birinci Müslüman Kongresi”dir. 900 dele­genin katıldığı ve Rusya’nın çeşitli bölgelerinden gelen din adamı, düşünür, aktivist, devrimci Müslüman kadın ve erkek katılımcılar, o günlerin temel sorunları yanın­da, İslam’ın çağın gereklerine uyum sağlayacak refor­mcu düşünceleri dile getirmişlerdir. Kongre; Rusya’nın İdare Şekli, Savaşa Karşı Tutum, Kurucu Meclis, Kadın­lar Meselesi, İşçiler Meselesi, Toprak Meselesi, Geçmiş­teki Kolonizasyon Meselesi, Askeri ve Siyasi Teşkilat Meselesi, Bütün Rusya Müslüman Şurası Seçimleri gün­demleriyle toplanmıştır. Burada konumuzu ilgilendiren birkaç nokta üzerinde kısa bilgi aktarmak yerinde ola­caktır. Kongre sert tartışmalar sonunda önemli kararlar almıştır. Bunların bazıları şunlardır: “Bütün topraklar halka devredilmeli, toprak üzerindeki mülkiyet kaldı­rılmalıdır. Şeriata göre kadın ve erkek eşittir, kadınlar her türlü siyasi ve sosyal haklara sahiptir, kadınlar Ku­rucu Meclis’e katılma ve seçilme hakkına sahiptir. Er­keklerin birden fazla kadınla evlenmesi din açısından yanlış olduğu için yasaklanmalıdır. Kadınlar ve erkek­ler miras açısından eşit haklara sahiptir. Kadınlar sağ­lıkları için zararlı işlerde çalıştırılamaz, bebekli çalışan kadınlara üç saatte bir süt izni verilir, Müslüman işçiler kendi teşkilatlarını kurabilirler vb.”

Yukarıda alınan kararlar Müslümanlığın ve şeriatın çağ­daş dünyanın ihtiyaçlarına göre yorumlanarak alınmış kararlardır. Kongrede konuşan Tatar Müslüman Sosya­list Komitesi Başkan Yardımcısı Emine Muhittinova: “…Hürmetli Efendiler… siz miras ve kadın hakları konu­sunda güçlük çıkarıyorsunuz. Kur’an’da bunun bilinen kuralları var diyorsunuz. Ama efendiler unutmayınız ki Kur’an’ın bazı kuralları eskimiştir. Bunları tarihin malı saymak gerek. Mesela, Kur’an’da hırsızlık yapanın kolu­nu kesiniz emri var. Bu şimdi tatbik ediliyor mu? Bu ve buna benzer emirlerin zamanı geçmiştir… Artık böyle cinayetleri işlemiyoruz…” diye konuşmuş, Kongre; ka­dın hakları konusunda Kur’an ve Peygamber referanslarıyla pozitif kararları kayda geçirmiştir.

1923 ve sonrası Sovyetler’de; özellikle Batı’daki Alman­ya, İngiltere ve Macaristan gibi ülkelerde devrimci ha­reketlerin hızı kesildikten sonra Sovyetler, kendi içine dönmeye başlayınca “tek ülkede sosyalizm” düşünce­si temel düşünce olmuştur. Emperyalist batı ülkelerin büyük baskısı altındaki Sovyetler Birliği’nin kuşatılma­sında önemli rollerden birisi de güneyinde bulunan ve nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelere -Afganistan, İran ve Türkiye- düşmüştür. Sov­yetlerde ise Müslüman Komünist Hareket tasfiye edil­miş, İslam’ın çağın ihtiyacına uygun reformu sorunu konusunda önemli bir fırsat kaçırılmıştır.

Ancak İslam’ın çağa uygun reformu sorununun -belki de daha önemli- bir muhatabının da, Orta Asya’dan At­las Okyanusu’na kadar uzanan devasa büyük bir coğ­rafyada onlarca ülkenin Müslüman halkların meselesi olduğu unutulmamalıdır.

Bu sorunun; genel olarak Müslüman dünyanın, Müslü­man halkların ve Müslüman aydınların kendi iç dina­miklerine dayanmadığı sürece güçlü ve kalıcı bir yol alınamayacağını anlıyoruz.

Türk modernleşmesinde din her zaman tartışılan bir mesele olmuştur. Türklük ve Müslümanlık arasındaki tarihsel, sosyal, kültürel bağı dahası cumhuriyetin Müslüman bir demografi üzerine yükselmesini düşündüğü­müzde bir yandan radikal bir modernleşme sürecinin icrası günümüze kadar süren problemlerin temel teo­rik eksenini oluşturuyor. İslam ve sosyalizmin birlikte yol alabildiği bir politik yönelimin bu meseleye dair söyleyecekleri nelerdir? Genel olarak İslam ve Sosya­lizm tartışmasının zemini içeriği ve geleceği hakkında ne söylersiniz?

Bizde 1920li yıllarda Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı yürüten kadrolar, özellikle Fransız pozitivizmi ve laisizminin etki­leri altındaki bir ideolojik donanımla yürüttükleri mücadeleyi başarıya ulaştırdılar ve kurulan burjuva cumhuriye­tin yeni yüzü büyük ölçüde bu etkilerle şekillendirilmiştir.

Siyasal bağımsızlık kazanıldıktan sonra, köylü ve emekçi kitlelere sınıf farklarının varlığını duyurmamak kaygısıyla “egemenliğin kayıtsız şartsız millete” ait ol­duğu ilan edilmiştir. Burjuva cumhuriyette egemen sı­nıflar; “ticaret burjuvazisi-toprak ağaları-eşraf” bloku ile yeni ve yükselen bir sınıf olarak ortaya çıkan sanayi burjuvazisidir. Kemalist devrim, iktisadi olarak güçsüz burjuva sınıfın ve bu sınıflar ittifakının vurucu gücü ola­rak işlev görmüştür. Kemalist devrimin anti-emperya­list niteliği son derece zayıftır ve siyasal bağımsızlıktan sonra emperyalist batı ile -yeni şekillenen burjuva hu­kuk çerçevesinde- hızla işbirliğine yönelmiştir. Burjuva karakterli bu devrim, işçi ve köylü sınıfları için iktisadi ve sosyal haklar konusunda baskı, yasaklama ve aldat­ma siyasetini hep en ön planda tutmuştur. Cumhuriyeti ilan eden burjuva devriminin demokratik niteliği son derece güdüktür ve bunlar üst yapıda yapılan reform­larla sınırlı kalmıştır.

Kemalist devrim, iktisadi olarak güçsüz burju­va sınıfın ve bu sınıflar ittifakının vurucu gücü olarak işlev görmüştür. Kemalist devrimin an­ti-emperyalist niteliği son derece zayıftır ve si­yasal bağımsızlıktan sonra emperyalist batı ile -yeni şekillenen burjuva hukuk çerçevesinde- hızla işbirliğine yönelmiştir. Burjuva karakterli bu devrim, işçi ve köylü sınıfları için iktisadi ve sosyal haklar konusunda baskı, yasaklama ve aldatma siyasetini hep en ön planda tutmuştur.

Türkiye’de burjuva devrim, Osmanlı meşruti monarşisi­ni ortadan kaldırdıktan sonra kendi üst yapı kurumla­rını hızla örgütlemeye başlamıştır. 1921 Anayasası’nın kabulü (Ocak 1921), Saltanatın kaldırılması (Kasım 1922), Cumhuriyetin ilanı (Ekim 1923), Medreselerin ka­patılması ve eğitim birliğinin sağlanması (Mart 1924), Halifeliğin lağvı (Mart 1924), Şeriye ve Evkaf Bakanlı­ğı’nın kaldırılmasıyla din ve devlet işlerinin ayrılması (Mart 1924), 1924 Anayasası’nın kabulü (Nisan 1924), tekke ve zaviyelerin kapatılması (Eylül 1925), fes yerine şapka giyme zorunluluğunun getirilmesi (Kasım 1925), Latin harflerinin kabulü (Ağustos 1928) vb. biçiminde devam etmiştir. Şekilsel modernleşme zorlamaları bir yana bırakılırsa, burjuva cumhuriyetin attığı adımlar olması gerektiği şeklindedir ve yanlış değildir. Burada sorun; bu reform hareketlerinin kitlelerin üretimle ve toprakla olan ilişkilerine dayanmaması, -işçi ve köylü­lerin- sınıfsal konumları konusunda süregelen sömürü düzeninde kayda değer bir iyileştirme sağlamaması, demokrasi ve özgürlükler açısından yeni bir yasaklar düzeni oluşturması, ülkede ilan edilen cumhuriyet coş­kusunun geniş kitleleri içine alıp kapsayamamasıdır.

Yeni kurulan burjuva cumhuriyette en önemli sosyolo­jik sorunlardan birisi de laiklik sorunudur. Laiklik, bilin­diği üzere burjuvazinin tarih sahnesine çıktığı günden bu yana, yaşı onun yaşıyla birlikte anılan bir kavramdır. Tüm Batı dünyasında yüzyıllar boyunca kendini din ve mezhep savaşları olarak gösteren mücadeleler, ger­çekte sınıf savaşlarının bir başka görünümü olmuştur. Avrupa’da 16. yüzyıldaki reform hareketleriyle doru­ğa çıkan mücadeleler, en başında sınıf çıkarlarını dinî öğretiler şeklinde formüle eden burjuvazi ile feodal sınıflar ve mevcut düzene başkaldıran köylü isyanla­rına kadar uzanır. Burjuvazinin yükseliş dönemlerinde “dine ve kiliseye” sorgusuz kulluğu dayatan feodalizme karşı; devrimci burjuvazi -din de dahil- bütün bağımlı­lık ilişkilerinin ortadan kaldırılması taraftarı olmuştur. Burjuva devrimler, Hristiyanlığı revize ederek egemen üretim biçimi olan kapitalizmle uyum içinde yaşaması­nı sağlamıştır. Din ve devletin ayrışması ya da devletin din karşısında tarafsızlığı kavramı bu dönemde ortaya çıkmış ve laikliğin omurgasını oluşturmuştur. Bu süreç Batı’da burjuva devletin din karşısında üstünlüğünün pekişmesiyle farklı coğrafyalarda değişik nüanslarla kendini göstermiştir.

Bizde ise laiklik, -görünürde- dinin devlet tarafından kontrol altına alınması biçiminde ortaya çıkmıştır. An­cak Kemalistler, toplumda devrimci bir dönüşüm yeri­ne dinsel bağları çok güçlü olan feodal sınıflarla -top­rak ağaları ve eşrafla- ittifak ortağı olduğundan din üzerinden iktidarlarının örgütlenmesine girişmişlerdir. Sünni Müslümanlık, 1924 yılında kurulan Diyanet İşle­ri Başkanlığı ile devletin resmî bir kurumu olarak “ku­ruluşta” yerini almıştır. Farklı inanç kesimleri; değişik Hristiyan mezhepleri ve Aleviler bu örgütlenmede yok sayılmıştır.

Sosyalistler/komünistler açısından -burjuva demokra­silerinde- din sorunu; bütün insanlar için tamamen ki­şisel ve özel bir sorundur. Kimsenin inancı, inançsızlığı ve ibadeti sorgulanamaz, neye ve kime inanması veya inanmaması gerektiği dayatılamaz. Devlet; inançlar ve din karşısında tarafsız kalmalıdır, herhangi bir inanç kesiminin bir başkası üzerinde açık ve örtülü olarak baskı kurmamasının garantörü laik devlet olmalıdır. Din ve devlet işleri ile din ve eğitim işleri tamamen birbirinden ayrılmalıdır. Devlet; dini siyasal bir baskı, örgütlenme ve istismar aracı olarak kullanamaz ve bu konudaki hiçbir girişime izin vermez. Devlet, bu kimli­ği ile laik olur. Laisizm diğer yandan, başlangıcından bugüne kadar aynı zamanda -onun bir bileşeni olarak- bir demokrasi mücadelesidir. Sosyalistler/komünistler; emperyalizmin ve burjuva sınıflarının, din ve dinselliği günümüz dünyasında kapitalist sömürü ve zulmün bir parçası olarak kullandığını ve kitleleri bu sömürü düzeninin ezeli ve ebedi olduğu yalanına inandırmak için dine sarıldıklarını göz ardı edemez.        

Bizde ise laiklik, -görünürde- dinin devlet tara­fından kontrol altına alınması biçiminde orta­ya çıkmıştır. Ancak Kemalistler, toplumda dev­rimci bir dönüşüm yerine dinsel bağları çok güçlü olan feodal sınıflarla -toprak ağaları ve eşrafla- ittifak ortağı olduğundan din üzerin­den iktidarlarının örgütlenmesine girişmişler­dir. Sünni Müslümanlık, 1924 yılında kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı ile devletin resmî bir kurumu olarak “kuruluşta” yerini almıştır. Fark­lı inanç kesimleri; değişik Hristiyan mezheple­ri ve Aleviler bu örgütlenmede yok sayılmıştır.

Bu gerçekler karşısında sorun günümüzde nasıl ele alınabilir ve neler yapılmalıdır? Gerek yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye’de öne çıkan toplumsal ve sosyolojik sorunlar, gerekse de yirmi küsür senedir Türkiye’yi yöneten İslamcı burjuvazinin ülkeyi boğduğu karanlık sorunu daha karmaşık ve önemli hale getirmiştir. 

Ancak kitleleri aydınlatma, örgütleme ve devrim­ci dönüşümlere hazırlama misyonu üstlenen kişiler, örgütler ve partiler inançlı yığınları etkilemek ve onları kazanmak mücadelesini yalnızca sınıf temelli bir pro­gramla başarabilirler mi?

Din; burjuvazinin elinde, boyun eğmeyi salık vererek mevcut düzeni ustaca sürdürmenin bir aletidir. Diğer yandan dinin; toplumda ekonomik yardımlaşmayı ve dayanışmayı, ahlaklı ve vicdanlı olmayı, haksızlıklara ve zulme uğrayanlara yardım etmeyi, dürüst olmayı, yalan­dan uzak durmayı vb. öğütleyen bir yapısı da vardır.

Burjuvazi, düzenin sağladığı devasa imkânlarla, dinin bu ikinci işlevini yozlaştırıp, çarpıtıp, içini boşaltarak, dini; kitlelerin “düzene teslim olmasında” bir manive­laya indirgemektedir.

Burjuvazinin bu oyununu deşifre etmek ve bunu tersine çevirmek; dinin bu ikinci işlevini hatırlatmak; İslam’ın reformcu, barışçı kesimleri ile devletle bütünleşmiş gerici burjuvazinin hükmedici ideolojik hegemonyasını sorgulayan kesimlerini desteklemek; bunu, bütüncül demokrasi mücadelesine bağlamak önemlidir. Bu konuda ilk yapılacak şeylerden biri sosyalist ve komünis­tlerin toplumun bütün kesimleri nezdinde sağlayacak­ları güven sorunudur. Burjuvaziye rağmen, burjuva demokrasisinin bütün kurumlarıyla işlemesi sorunu kadar, İslam’ı beton katılığıyla savunanlara karşı İslam’ın reformu sorunu da günümüzde “demokrasi” kavramının içindedir ve bu mücadeleyi sırtlayanların omuzlarındadır.

Yorum bırakın