Direniş Tarihinde Özgürlükçü Bir An: Şubat Devrimi

FİKRET SOYSAL

Tarihle konuşmak

Rusya’nın yönelimi ve geleceğinde tarih anlatısı her zaman çok etkili olmuştur. Bu, hem kendi tarihi önünde suçlamalara karşı utanmamayı salık veren bir meşrulaştırma, varlık sebebini ortaya koyma­dır; hem de gelecek projelerini şekillendiren ve halkı yönlendiren bir anlatıdır. Rusya’da kö­kenlere dair tartışma da dahil olmak üzere kuruluş efsaneleri, do­ğu-batı arasın­daki tarihsel rol, çarlığın izlediği politi­kalar, Sovyet döneminin suçları ve kudreti, Rusya’nın dünyadaki yeri ve misyonu gibi konular hiç bitmez ve sürekli yeniden üretilir.

Şubat Devrimi (8 Mart 1917) sırasında kadın işçilerin önderliğiyle yapılan bir yürüyüşten.

Rusya’nın kökenine dair öykü, dünyada hiçbir ülkede benzeri olmayan bir şekilde çok sık değişmiştir. Orlando Figes’in be­lirttiği gibi, “hiçbir ülke kendi başlangıcı ile ilgili böylesine ayrışmamıştır” (Figes, sf.24). Bunu ilk Rus Devleti’nin en önemli kurucu figürü Büyük Knez Vladimir’in Rus­ya ve Ukrayna tarafından algılanış biçim­lerinde görebiliriz. Rusların Vladimir’i ile Ukrayna’nın Volodimir’i bambaşkadır. Bu farklılığın altında tarihsel anlatımın bu­güne dair çıkarımları vardır. Vladimir’in Kiev’deki anıtıyla Moskova’daki anıtının mücadelesi bir tarih anlatısı ve gelecek vizyonunun nasıl olacağı mücadelesidir aynı zamanda.

Putin, bir elin­de haç, diğer elinde kılıç bulunan 20 metre yük­sekliğindeki (Kiev’dekinden 1 metre yüksek) hey­kelinin açılış töreninde bir konuşma yaptı. (2016) Konuşmanın esas mesajı ve ana fikri kökleri Kiev Knezliği­ne kadar uzanan model ülkenin -Rusya, Beyaz Rusya ve Ukrayna- aynı ailenin üyeleri olduğunu ifade etmekti. Bunlar tek bir milletti. Ukrayna ve Beyaz Rusya, Rusya’nın doğal nüfuz bölgeleriydi.

Rusya’da yaşanan gelişmelere anlam verebilmek için geçmişini bilmek, neyin tarih neyin efsane olduğunu (nasıl ay­rışır?) yeniden değerlendirmek gere­kir. Rus sosyal tarihinin değişmeyen parçası, ne olursa olsun umut veren bir şeye inanma ihtiyacıdır. Bu umut Rusya’da her zaman tarihte iç içedir, geçmiş, şimdi ve gelecek beraber yaşar.

Ukraynalılar ise Volodimir’in bir Ortaçağ Avrupa devleti olan Rus Ukrayna’sının kurucusu olduğunu iddia ediyorlar. Volodimir’in Rus Knezliğini Hristiyanlaştırma kararı yalnızca kültürel ve siyasal bir karar değil Kiev’in Bizans’ın Hristiyan medeniyetine katılmasını sağ­layan bir Avrupalılık tercihiydi. (Figes, sf.14-15)

Bu örnekte görüldüğü gibi Rusya’da her mesele tarih tartışmasıdır; bir yanıyla. Ülkenin geçmişi ge­leceğini biçimlendirmeye devam ediyor. Rusya ta­rihin döngüsüne kapılmış gibidir. Rus tarihi boyun­ca tekrar eden bir durum vardır: Şubat devriminde olduğu gibi devletin yıkılmasıyla zincirlerinden kurtulan halk güçleri demokratik bir hükümetin kurulmasını sağlayamayacak kadar zayıf ve bölün­müştür. Halk ayaklanmalarıyla defalarca meydan okunan otokratik devlet her seferinde onu yeniden tesis etmiştir. Zaten Rus tarihinde zaman zaman yara alsa da kanıksanmış, ortaklaşılmış görüş Rus­ya’nın güçlü bir çar tarafından yönetilmesi gerek­tiğidir.

Rusya’da yaşanan gelişmelere anlam verebilmek için geçmişini bilmek, neyin tarih neyin efsane ol­duğunu (nasıl ayrışır?) yeniden değerlendirmek ge­rekir. Rus sosyal tarihinin değişmeyen parçası, ne olursa olsun umut veren bir şeye inanma ihtiyacı­dır. Bu umut Rusya’da her zaman tarihte iç içedir, geçmiş-şimdi ve gelecek beraber yaşar. Bu yüzden Rusya’nın Putin ile beraber yeni yöneliminde Sov­yet tarihiyle gurur duymak bir kampanya haline geldi. Kampanya okullarda başladı. Putin 2007’de lise öğretmenleri için düzenlenen ulusal konfe­ransta Sovyet tarihinin öğretilmesindeki kafa karı­şıklığından şikayetçi oldu. Kapanış konuşmasında şunları söyledi:

“Tarihimizdeki bazı sorunlu sayfalara gelince, evet, bunları yaşadık. Ama hangi ülke yaşamamıştır ki? Bizim bu tür sayfalarımız diğer başka ülkelerinki­lerden daha azdır. Bizimkiler onlarınkiler kadar korkunç da değildir. Evet, bizim tarihimizde de ber­bat sayfalar var: 1937’de başlayan olayları anım­sayalım; onları unutmayalım. Ancak başka ülke­lerin tarihinde bundan geri kalmayan, hatta daha fazlası vardır. Ne olursa olsun, biz örneğin Ameri­ka’nın Vietnam’da yaptığı gibi, binlerce kilometre­lik alanlara kimyasal maddeler boşaltmadık ya da küçücük bir ülkeye II. Dünya Savaşı’nın tamamında kullanılandan yedi kat fazla bomba atmadık. Bizim Nazizm gibi başka kara sayfalarımız da yok. Her ülkenin tarihinde her türlü şey yer alabilir. Bu yüz­den suçluluk duygusuna kapılmamalıyız. (Figes, sf. 242)

Devrim yaklaşırken

Şubat Devrimi’ni de Rus tarihinin içine yerleştir­mek ve devrimin demokratik-özgürlükçü yönünü ortaya koymak gerekiyor. Devrim en başta Rus­ya’nın otoriter ve tanrısal güçlerle donanmış bir çar tarafından yönetilmesi gerektiği inancını altüst etmiş ve açtığı yol Rusya’nın tarihsel yönelimini olağanüstü etkilemiştir. Diğer önemli özelliği, ken­diliğinden ve örgütsüz dört günün halk kitlelerinin tarihin seyrini değiştirmedeki önemi, devrimlerin hiyerarşik, totaliter partilerce yapılamayacağını göstermesi, Şubat Devrimi’nin temel öznesi olan kadın ve işçilerin rolüdür. Şubat Devrimi’ni darbe­den ayıran şey Rusya tarihinde sıklıkla tekrarlanan halk kitlelerinin meydan okuması fakat zayıflığı sebebiyle yeniden otokrasinin kurulması şeklin­deki tarihî süreçteki yeridir. Ekim Devrimi’ni ha­zırlayan fakat yine otokrasinin başka bir biçimine dönülmesine engel olunamayan tarihsel olay’dır bu. Bu belki Rusya’nın kaderidir, daha önce belirt­tiğimiz gibi güçlü bir otoriter yönetim ve çar inancı kanıksanmış haldedir.

18. yüzyıl imparatoriçesi büyük Yekaterina, Rusya gibi büyük bir ülkenin otokrasi ile yönetilmesi ge­rektiğini savunuyordu: “Bu büyük mesafelerin ne­den olduğu yavaşlık ancak uzak diyarlara ait me­selelere ilişkin kararların çabuk alınmasıyla telafi edilebilir. Diğer tüm yönetim biçimleri Rusya için yalnızca zararlı değil aynı zamanda tam anlamıyla yıkıcı olur” (Figes, sf.19)

Şubat Devrimi’ni anlamak için devlet gü­cünün niteliğini bilmek önemlidir. Katerina Avrupa’daki mutlakiyetçi devletlerle Rus­ya’yı kıyaslasa bile Rusya, toprakların efen­disinin çar olduğu, çarın kişiliğinde vücut bulan patrimonyal bir yapıydı. Orta Çağ Av­rupa’sında ise soyut ve kişisel olmayan bir devlet anlayışı gelişti. Kralın iki bedeni vardı: Ölümlü kişiliği ve kutsal monarşi makamı.

Rusya doğal sınırları bulunmayan açık ve düz bir arazidir. Bu konumu onu yabancı istilasına karşı savunmasız bıraktı. Hazarlar, Moğollar, Bizanslı­lar, Avrupalılar ve Osmanlılar’ın etkisine açıktı. 16. yüzyılda yükselmeye başlayan Rusya için temel odak nokta sınırların savunulmasıydı. Bu öncelik ülke tarihinin biçimlenmesinde etkili oldu. Figes şöyle diyor: “Tarih şunu ortaya koymaktadır ki Rusya, Rus devletinin kurucu özü Moskova Knez­liği’nin doğusundan Putin’in Doğu Ukrayna’daki ve Kırım’daki savaşlarına kadar komşu ülkeleri zayıf tutarak ve düşman devletlerden uzak kalmak için sınırlarının ötesinde savaşlara girerek güvenliğini arttırma eğiliminde olmuştur” (Figes, sf.20). Bu du­rum, kimilerine göre, Rusya’nın yayılmacı nitelikte olduğunu göstermekten ziyade bir savunma tepki­si olarak görülmüştür.

Şubat Devrimi’ni anlamak için devlet gücünün ni­teliğini bilmek önemlidir. Katerina Avrupa’daki mutlakiyetçi devletlerle Rusya’yı kıyaslasa bile Rusya, toprakların efendisinin çar olduğu, çarın kişiliğinde vücut bulan patrimonyal bir yapıydı. Orta Çağ Avrupa’sında ise soyut ve kişisel olmayan bir devlet anlayışı gelişti. Kralın iki bedeni vardı: Ölümlü kişiliği ve kutsal monarşi makamı. Bun­lar yasal olarak birbirinden ayrıydı. Rusya’da IV. Ivan’ın saltanatından itibaren çar ve devlet bütün­dü, çar artık tanrının aracılığını üstlenmişti, her şey tek bedende birleşmişti. Dolayısıyla Rusya’da çarın devrilmesi demek devrim demekti. Çarın bu kutsal ve vazgeçilmez durumu hep vurgulanmıştır.

Marlborugh dükü Ocak 1902’de kuzeni Winston Churchill’e yazdığı mektupta St. Petersburg’da katıldığı bir balodan bahsediyor ve 2. Nikolay’ı, “üzerine düşen otokrat rolünü oynamaya çalışan sıcakkanlı ve kibar bir adam” diye tasvir ediyordu. (Beevor, sf.11)

Davet gösteriş bakımından Versay Sarayı’ndakiler­den farksızdı. Üç bin konuğa akşam yemeği verildi. Kazakların, memlüklerin ve uşakların olduğu ve sadece konuklarla ilgilenmek için orada bulunan iki bin kişilik bir çalışan grubu vardı.

Malborough’un genç eşi Vanderbilt, başka bir ak­şam yemeğinde Çar’a Rusya’da demokratik bir hükümetin göreve getirilebilme ihtimalini sordu. Çar, “Biz ulusal siyasi kurumlarımızı geliştirmek konusunda Avrupa’nın iki yüz yıl gerisindeyiz. Rus­ya Avrupalıdan ziyade Asyalı sayılır ve bu neden­le otokrat bir hükümet tarafından yönetilmelidir” diye yanıt verdi. (Beevor, sf.11)

Bu ihtişamlı yemeklerden üç yıl sonra Rusya Japon­ya karşısında utanç verici bir yenilgi yaşadı. Şehir­ler durmaksızın göç alıyordu. Toprak reformunun sadece belli bölgelerde sonuç vermesi tarımsal alanların boşalmasına sebep oldu. Proletaryanın yükselişi hızlandı. Yüzyılın başında nüfusu 1 milyon olan St. Petersburg’un 1916 yılı sonunda nüfusu 3 milyon olmuştu. Çalışma koşulları berbat ve teh­likeliydi. Patronlar için işçiler harcanabilir malze­meydi, sayısız köylü onların yerini alabilirdi. Polis daima fabrika sahibinin yanındaydı. Serflik sistemi­nin kentlerde devamıydı bu. Gorki şöyle yazıyordu: “Şehirlerde kanalizasyon sistemi, fabrika bacala­rında da filtre yok. Toprak çürüyen fabrika atıkları­nın gazlarıyla, hava da toz ve dumanla kirleniyor.” (Akt. Beevor, sf.15) İşçiler pislik ve hastalıkla koyun koyuna yaşıyordu.

Bu kötü koşulların üzerine Avrupa’da patlayan sa­vaş fakirler için durumu daha da berbat hale ge­tirdi. Hızla sanayileşen ve İstanbul ve boğazlara hâkim olacağı düşünülen Rusya çöküşe gidiyor ve Çar’ın mistik pozisyonu sorgulanıyordu.

Rasputin’in büyüsüne kapılmış Çariçe, kendinden emin ve kibirli Çar, frengi hastalığı nedeniyle ruh sağlığının yerinde olmadığı söylenen İçişleri Baka­nı Protopopov’un dışında herkes ülkenin devrime doğru sürüklendiğini rahatlıkla görüyordu. Fransız elçisi Maurice Paleologue, grandükler, yüksek rüt­beli subayların bulunduğu bir davette iyimserlik namına hiçbir şey duyamadı. Çariçe ikazları zaten dikkate almıyordu. Grandüşes Victoria Feodoro­vna’ya şöyle demişti: “Tüm Rusya’nın, gerçek Rus­ya’nın ve onun mütevazi halkının ve köylüsünün bizimle birlikte olduğunu bilmenin mutluluğu içe­risindeyim.” (Beevor, sf.28)

İngiliz elçisi Sir George Buchanan Çar’ı ziyaretinde saraydan atanan birinin yerine Duma’dan seçile­cek bir siyasetçinin hükümeti yönetmesi gerekti­ğini iletti. Halkın güvenini kazanmak gerektiğini söyledi. Çar sert çıkıştı: “Yani diyorsunuz ki sayın elçi, halkımın güvenini kazanmak durumundayım. Onların benim güvenimi kazanması gerekmiyor mu?” (Akt. Beevor, sf.29)

Çar’ın bu kibirli halinin yanında zenginler ve su­baylar cephesinde de şımarıklık had safhadaydı. Zenginler başkentte ortada savaş yokmuşçasına gününü gün ederken Pedrograd’ın yoksul mahalle­lerinde ekmek kıtlığı isyanı körüklüyordu. Tahıl kıt­lığı yoktu, ama soğuk nedeniyle demiryolu rayları donmuştu, tahıl nakliyatı yapılamıyordu. Subaylar­la erlerin yaşam koşulları arasında derin bir uçu­rum vardı. Rus askerlerinin durumu içler acısıydı. Gorki şöyle yazıyordu: “Kazdıkları mevzilerde yağ­mur ve kar altında pislik içerisinde sıkış tıkış bekli­yor, hastalıklardan ötürü can veriyor ve haşereler tarafından ısırılıyor, adeta vahşi hayvanlar gibi ya­şıyorlardı.” (Akt. Beevor, sf.21)

Subayların çoğu geceyi sıcak köylü kulübelerinde geçirirken er ve erbaşlar soğuk siperlerde kaderine terk edilmiş gibiydi. Subayların Kızılhaç görevlisi hemşirelerle cinsel ihtiyaçlarını giderdiği dediko­dusu yaygındı. Dara düşmüş Odessalı genç kadın öğrencilere çıplak resimleri karşılığında yüzlerce ruble teklif ediyorlardı. Genç bir subay fotoğrafla­rını detaylı çektirmek isterse kendisine yazmasını söylüyor, kadının alayı ziyaret etmesi durumunda kazancının bin rubleye kadar çıkabileceğini ekliyordu.

26 Şubat Pazar sabahı kalabalık işçi grupları donmuş Neva Nehri üzerinden bir kez daha karşıya geçti. Çok sayıda piyade ve süvarinin isyanı bastıracağı düşünülüyordu. Oysa dire­niş tüm toplum katmanlarına dahası asker­lere yayılmaya başlamıştı. İşçiler pazartesi günü fabrika ve iş yerlerine dönerek bir İşçi Vekilleri Sovyeti seçmeyi planlıyorlardı. Dire­niş öğretici boyutlarıyla beraber genişliyordu.

Subaylar gönül eğlendirirken sıradan askerler cep­he hattına uzak bölgelerde bile eşleriyle görüşe­miyordu. Dokuzuncu Müstakil Don bölüğünden bir Kazak’ın genç karısı Evdokiya Merkulova’nın bu yasaktan haberi yoktu. Aralık 1916’da kocasını ziyarete gitti. Kendisine yapılan muameleyi cesa­retle yaptığı resmî şikayetten öğreniyoruz. Okuma yazması yoktu. İfadesinin yazıya dökülmüş halinde şöyle diyordu: “Bir süre sonra bölük komutanı Mi­hail Risakov bölgeye geldiğimden haberdar oldu. Nedendir bilinmez 5 Aralık günü bölüğünü yürü­yüş kodu düzeninde yola dizdi ve beni de önlerin­de yüzü koyun yere yatırdı. İki kazaka eteğimi ve üst fanilamı yukarı doğru sıyırıp kol ve bacaklarımı ayırmalarını emretti. Ardından kocama bana 15 kırbaç vurmasını söyledi. Cezanın infazı ile bizzat alakadar oldu ve elbisenin örttüğü yerlere değil çıplak bedenime var gücüyle vurmasını emrederek kocamı tehdit etti. Kocam komutanın korkusundan son derece sert bir kırbaç darbeleri vurdu. Yarala­rım halen iyileşmiş değil, nihayetinde yanıma bir refakatçi verip beni Don’a geri gönderdiler.” (Akt. Beevor, sf. 22-23)

Rusya’da kadınlar işçiler ve askerler için duru­mun feci boyutunu gösteren yüzlerce yüz kızartı­cı anekdot vardır. Aynı şey ulusal azınlıklar için de geçerliydi. Türkler, Yahudiler, Gürcüler, Polonya­lılar, Ermeniler vb. En çok sıkıntı çekenler, çoğu araştırmacının belirttiği gibi, Yahudilerdi. Fakat Türklerin çektikleri onlardan aşağı kalır değildi. Dilleri yasaklandı, zorla din değiştirmeye ve çeşitli aşağılamalara maruz kaldılar. Diğer bütün halklar için de geçerliydi bu. Stalin’in Gori’de dokuz yaşın­dayken başladığı kilise okulunda (1888) çocuklar her zaman Rusça konuşmak zorundaydı, dalıp Gür­cüce konuştuklarında dayak yiyorlardı. 1907’de Kiev bölgesinde kolera salgını vardı. Doktorların su içilmemesine ilişkin uyarı ilanlarının Ukraynaca yayınlanması yasaklandı. Rusça harfleri bilmeyen köylülerin pek çoğu öldü. Türk ve Müslümanlar ya­saklamalara eziyetlere en fazla uğrayan topluluk­tu belki de.

Bütün bu birikmiş sorunlara savaşın dehşet verici etkileri de eklenince Rusya’da devrim adeta zo­runlu hale geliyordu. Nikolay siyasi gerçeklikten uzaklaşmıştı. Orta Çağ’ın Moskova Knezliğinde var olduğunu hayal ettiği, herkesin onayladığı “Tanrı” Çar ve halkın oluşturduğu bir komünyon fantezi­sine kapılmıştı. Çariçe’nin Rasputin’le ilişkisi cinsel yönlerin ağır bastığı dedikodulara sebep oluyordu, tam bir çürüme hakimdi.

1916 sonbaharına gelindiğinde Nikolay’a duyulan güven çok azalmıştı. Ordunun komuta kademesi­ni bırakması için gizli planlar yapanlar vardı. Buna girişenlerin başarılı işi Rasputin’i öldürmek oldu. Onun ölümünün monarşiyi yaklaşan felaketten kurtaracağını düşünmüşlerdi.

Yiyecek kıtlığı felaketi daha da yakınlaştırdı. Ta­şımacılık sistemindeki sorunlar yüzünden ekmek yoktu, fırınların önünde uzun kuyruklar oluştu, fi­yatlar yükseldi. İşçi grevleri yaygınlaştı. Yakıt soru­nu sebebiyle pek çok işçinin ödenek almaksızın iş­ten çıkması söz konusuydu. Jülyen takvimine göre 21 Şubat günü, bu sorunu yaşayan fabrikalardan biri olan devasa Putilov şarterleri indirdi.

Kadınlar ve işçiler sokağa çıkıyor

2. Nikolay 22 Şubat 1917’de Çarşamba günü iki aydan fazla zaman geçirdiği Çarskoye Selo’daki Alexander Sarayı’ndan Stavka’ya geri dönmek üze­re trene bindi. Yolda Sezar’ın Galya Savaşı üzerine kitabının Fransızca çevirisini okuyordu. Geride ka­lan birkaç hafta boyunca Duma başkanının isyanı önlemek üzere ilerlemeci bloktan bakan atama önerilerini geri çevirmişti. Dengesiz İçişleri Baka­nı Protopopov Çar’ı başkentin güvende olduğuna inandırmıştı.

Ertesi gün 23 Şubat’ta (Miladi takvime göre: 8 Mart) hava ansızın değişmişti, haftalardır süren donduru­cu soğuk ve kara bulutlar yerini güneş ışıklarına bırakmıştı. Pedrograd sokakları daha da kalaba­lıklaştı. Çok çeşitli kadın grupları “Ekmek” “Ekmek” “Ekmek” sloganları atarak işçi kitleleri ile çeşitli noktalarda buluşuyor ve Nevski Bulvarı’na doğru ilerliyordu. Atlı Kazak birlikleri ve siyah üniformalı polisler duruma hâkim görünüyordu. Fakat bir tu­haflık vardı. Kazaklar kalabalıkla yüz yüze gelmek­ten kaçınıyor gibiydiler. Üstelik bu onların karak­terine hiç de uygun değildi. Bazı askerler “İşçileri 1905’te olduğu gibi kırbaçlayıp vuracak mısınız?” diye kazaklara çıkıştı. Kazaklar şaşırtıcı bir cevap verdi: “İşçilere karşı durmayacağız. Ne diye bunu yapalım ki şu mercimek çorbası ve ringa balığı için mi?”

24 Şubat günü direniş büyüdü. Kendiliğinden ve ör­güsüz bu halk hareketinin öncüsü kadın ve işçiler­di. Direniş ve devrim tarihinde partilerin önceden planlanmış çoğu boş teorilerini aşan bir durumdu bu. Bolşeviklerin de bulunduğu çok sayıda kişi gösterinin yalnızca yiyecek için yapıldığını, ekmek dağıtılırsa kalabalığın dağılacağını düşünüyordu. Öyle olmadı, iki yüz bine yakın kadın ve erkek işçi greve başladı ve kepenkler indirildi. Neva’nın ku­zey yakasında köprünün kapatıldığını gören ka­dınlar donmuş nehri yürüyerek geçtiler. Bazıları Kazakların küçük midillilerinin karın altlarından sürünerek ve eğilerek geçti. Bu sefer Kazakların nagayka adı verilen korkunç kırbaçları yoktu; yan­larına almadıklarını gördüler.

Kolluk güçlerinin çekingen tavrı kalabalığı büyüt­tü. Ekmek fırınları basıldı. İşin rengi değişiyordu, “Alman kadın” diyerek Çariçe aleyhine slogan atı­lıyor, işçi ve öğrenciler “Çara Hayır, Savaşa Hayır” diyerek Marseilles Marşı’nı coşkulu bir şekilde oku­yorlardı.

Garnizon’daki ilk isyan Pavlovski Muhafız Alayına bağlı askerlerin komutanlarına itaati reddetmesi ile başladı. Ekmek fırınlarının yağmalandığı haberi gelse de Çariçe’ye göre ordunun sadakati tamdı. Oysa Kazaklar kalabalığın arasında tüfeklerini ha­vaya dikmiş vaziyette geziyor, halkın yanında ol­duklarını söylüyorlardı.

26 Şubat Pazar sabahı kalabalık işçi grupları don­muş Neva Nehri üzerinden bir kez daha karşıya geçti. Çok sayıda piyade ve süvarinin isyanı bastıra­cağı düşünülüyordu. Oysa direniş tüm toplum kat­manlarına dahası askerlere yayılmaya başlamıştı. İşçiler pazartesi günü fabrika ve iş yerlerine döne­rek bir İşçi Vekilleri Sovyeti seçmeyi planlıyorlardı. Direniş öğretici boyutlarıyla beraber genişliyordu.

Komünist söylenceye göre Pedrograd garnizonu­nu devrimin kıyısına yaklaştıran bir olay yaşandı. Volinski muhafız alayından Çavuş Kirpiknikov gece boyunca uğraşıp astsubay arkadaşlarını ikna etti. İşçilerin üzerine yürümeyeceklerdi. Sabahleyin subaylar Tauride Kışlası’nın tören alanına geldikle­rinde çavuşun işareti ile birlikte hep birazdan “ateş etmeyeceğiz” diye bağırdı. Subaylar tehdit edince dipçiklerini ritmik bir şekilde yere vurarak tepki gösterdiler. Subaylar arkalarını dönüp kaçtılar. Bir el silah ateşlendi. Birlik komutanı öldü.

Duma başkanı Rotsiyango felaketin önüne geçmek için domino oynayan Çar’a reform önerilerini iletti. Çar Duma’nın faaliyetlerini askıya aldı. Gösterici­ler 27 Şubat’a gelindiğinde Tauride Sarayı’ndaki Duma’ya ilerlemişlerdi. Alaylar tüfeklerini işçilere vermeye başladı. Artık devrimin önünde bir engel kalmamıştı.

Çar 22 Şubat’ta Çarskoye Selo’dan dönmüştü. Er­tesi gün başlayan ve dört gün süren direniş hiç beklemedik, önceden kestirilemez bir biçimde Çarlığın-esasen- sonunu getirdi. 28 Şubat günü çar tekrar Çarskoye Selo’ya dönmek için trene bindi. Bu dönüş Çar’ın ve yüzlerce yıllık Çarlığın yıkılışı­nın başlangıcıydı. Kendiliğinden ve öndersiz dört gün imparatorluğu sona erdirdi. Çar tahttan çekil­di, yerini geçici hükümet aldı. Kitleler Çar’ın devril­mesini doğrudan demokrasi, evrensel özgürlük ve eşitliğin ilanı olarak gördüler.

Kadınların öncülüğünde 8 Mart’ta başlayan Şubat Devrimi’nin ilk kazanımı da kadınların oy hakkı oldu. Rusya’daki kadınlar İngiliz, Amerika, Fransız kadınlarından önce haklarını aldılar.

Şubat Devrimi sıradan insanların insani ta­leplerle direnişinin bir büyük yol açmasıydı. Sıradan insanların güvenliğini sağlamayı gö­rev listesine eklemek önemlidir. Günümüzde yaşanan duygu kontrolünün ortadan kalk­ması, görgü kurallarının çürümesi, çetelerin ve rantiyenin kamusal olanlarda terör es­tirmesi bunun önemini gösteriyor. Kısacası, devrimlerin özgürleştirici potansiyellerinin kalıcı olarak muhafaza edilmesiyle güven ve insani temel arasında bağ kurmak önemlidir.

Devrimin söyledikleri

Şubat Devrimi, devrim için oluşmuş koşulların ka­dın ve işçilerin önderliğinde kendiliğinden ve ön­dersiz bir direnişini simgeliyor. Bu, insanın tarihe müdahalesidir ve yaratıcı etkenliğinin bir nitel sıç­rama şeklinde ortaya çıkışıdır. İnsanın tarih yapı­cı yönünün ne denli önemli olduğunu göstermesi bakımından, o meşhur özne-yapı tartışmasında öz­neye bir miktar torpil yapar, fakat yine de yapının biriktirdiklerini yadsımaz. Devrimi “determinist bir nedenselliğin sonucu ya da bir tür tarihsel yasanın çıktısı” (Traverso, sf. 23) olarak betimleyenler de­ğiştirmek ile totaliterliği inşa etmeyi birleştirirler.

Marx’ın insan failliğine odaklanan devrim görüşü Şubat Devrimi’ni daha çok ifade eder. Bu yaklaşım ekonomik determinizmden kaçınır, siyasal öznel­liğin dönüştürücü potansiyelini belirtir. Buna göre tarih bir “doğa tarihi sürecinin sonucu” değil daha çok ortak eylemin, arzuların, tutkuların, bireysel çıkarlarla kinizimle birleşen dürtülerin ürünüdür. Tarih hiçbir muazzam servete sahip değildir, sa­vaşlar vermez, hiçbir şey yapmaz. Bunları yapan insandır, gerçek ve yaşayan insandır. Tarih, deyim yerindeyse, kendi amaçlarına ulaşmak için insanı kullanan ayrı bir kişi değildir. Tarih, kendi amaçlarının peşinden koşan insan faaliyetinden başka bir şey değildir. Tarih bir sürekli öznellikler üretimi sürecidir. Sınıf mücadeleleri ekonomik zorunluluk veya yapısal etkenlere mekanik boyun eğme ile izah edilemez. (Traverso, sf.24-25) Nedensellikle faillik yapısal determinizm ile siyasal öznellik iç içedir demek daha doğru olabilir. Şubat Devrimi, bu söylenenler bakımından, siyasal öznelliğin bir gösterisi gibidir. Donmuş nehri geçen kadın ve işçi­lerin tarihe dokunuşudur.

Devrimin ana öznelerini kitleler, devrimcileşmiş kitleler olarak görmek makul olmakla beraber bir ayrımın yapılması gerekiyor. Bunların faşist ve Nazi mitinglerinin kontrol altına alınmış, manipüle edil­miş, itaatkâr, güçsüzleştirilmiş, disipline edilmiş kitleleri ile hiçbir ortak yanı yoktur. Onlar modern totalitarizmin senaryosunu dolduran süs kitleler değildir. Onlar olağanüstü tarihsel koşullarda artık ezici ve zapt edilemez olmaktan çıkmış bir iktidarı deviren ve kaderlerini kendi ellerini alan, böylece toplumu yeni temeller üzerinde, yeni baştan inşa eden ast sınıflardır. (Traverso, sf.25)

Şubat Devrimi özgürlükçü bir andı ve kitlelerin ta­rihin gidişatında ne kadar etkili olduğunu gösterdi. Fakat, devrim sonrasındaki gelişmeler, Rusya’ya ve dünyaya yeni alanlar açmakla beraber, Rusya’da adeta bir kader haline gelmiş olan yeniden otokrasiye dönüşün de zeminini hazırladı. Bir ikili iktidar durumuna ve devrimi yağmaya, lince dönüştüren kontrolsüz kitlelerin dehşet gösterisine dönüştü. Aleksandr Herzen’in deyişiyle bir gebe-dul duru­muydu bu. Herzen şöyle diyordu: “Toplumsal düze­nin mevcut biçimlerinin ölümü insanları sıkıntıya sokmaktan ziyade içlerine su serpecektir. Korkunç olan şey ise şudur ki geçen zaman arkasında bir va­ris yerine gebe bir dul bırakmaktadır. Birinin ölümü ile bir başkasının doğumu arasında geçen sürede köprünün altından çok su akacak kasvet ve karma­şa dolu uzunca geceler yaşanacaktır.” (Akt. Beevor, sf.63) Rusya’da durum tam da Herzen’in öngördüğü gibiydi. Çift başlı kartal gerçekten ikiye ayrılmıştı. Bir ikili iktidar durumu ve Şubat Devrimi’ni şiddet gösterisine, yağmaya ve lince dönüştüren bir kaos vardı. Direniş ve direnişin açtığı özgürlükçü alan ile direnişi bir vahşet ve yağmaya çeviren lümpenlik arasında ayrım yapmak gerekiyor. Direnişin talebi ekmek ve barıştı. Bu meşru talep bir devrime, aynı anlama gelmek üzere özgürlüğe yol açtı. Fakat sa­vaşın ve baskının altında öfkeleri biriken kontrol­süz kitleler durumu bir güç gösterisine yağmaya ve lince çevirdiler.

Buradan alınması gereken ders şudur: Devrimlerin coşkusal gücü ve duygunun her zaman toplumsal ve siyasal olaylarda etkili olduğu gerçekliği ile tut­ku ve nefret boşalmalarına da yol açtığını birlik­te değerlendirmek gerekiyor. Devrimlere yönelik muhafazakâr ve liberal eleştiriyi aşan bir değer­lendirme için gereklidir bu. Bu eleştirilerde dev­rimler şiddet patlamalarıdır, şiddet adeta onların genlerinde kayıtlıdır, ontolojik yapılarına içkindir, barışçıl devrimler istisnadır, devrimler modern to­talitarizmin sebebidir.

Direniş ile güven ortamını ve insani yönelimi birlik­te değerlendiren bir anlayışa ihtiyaç var. Belki de Zizek’in belirttiği gibi artık sol, kanunu ve düzeni teklif etmek zorundadır. Çünkü anarşi döneminde insanları sağa iten önemli bir memnuniyetsizlik alanını bırakmış oluyoruz. Bugün rantiyenin, maf­yanın, sermayenin bütün hukuki engelleri aşarak, dizginsiz, göz gözü görmez kuralsızlığı, kanunsuz­luğu ve bunun toplumsal hayata da yansıyan yön­leri düşünüldüğünde belki de en devrimci öneri devrimci coşkunun haklı muharriklerini kaçırma­dan, kanun ve düzeni teklif edebilmektir. Bu, ba­sitçe bir düzenci refleks değil, endişe yerine güven siyasetini öneren ve kapitalizmin yarattığı anarko durumu göz önüne alan bir saptamadır. Aşırı sağın yükselişinde ve rahatlıkla kanunsuzluk yapmasın­da bu durumu görebiliriz. Popülist sağ ideolog Ste­ve Bannon kendisini 21. yüzyılın Lenin’i ilan etmişti: “Ben bir Leninistim. Lenin … devleti yok etmek isti­yordu ve benim amacım da bu. Her şeyi yerle bir etmek; bugünkü tüm müesses nizamı yok etmek istiyorum.” (Akt. Zizek)

Şubat Devrimi sıradan insanların insani talep­lerle direnişinin bir büyük yol açmasıydı. Sıradan insanların güvenliğini sağlamayı görev listesine eklemek önemlidir. Günümüzde yaşanan duygu kontrolünün ortadan kalkması, görgü kurallarının çürümesi, çetelerin ve rantiyenin kamusal olanlar­da terör estirmesi bunun önemini gösteriyor. Kısa­cası, devrimlerin özgürleştirici potansiyellerinin kalıcı olarak muhafaza edilmesiyle güven ve insa­ni temel arasında bağ kurmak önemlidir.

Kaynaklar:

1-) Antony Beevor, Devrim ve İç Savaş 1917-1921/ RUSYA, Kronik Yay.

2-) Enzo Traverso, Devrim/Entelektüel Bir Tarih, Ayrıntı Yay.

3-) Orlando Figes, Rusya’nın Öyküsü, Yapı Kredi Yay.

4-) Slavoj Žižek, “Artık sol, kanun ve düzeni kucak­lamak zorunda”, Link: https://www.gazeteduvar. com.tr/slavoj-zizek-artik-sol-kanun-ve-duzeni-ku­caklamak-zorunda-haber-1627387

Yorum bırakın