Dedeağaç

SAİM EROĞLU

Güneşli bir bahar günüydü, tek katlı evimi­zin damında güvercin bakıyordum. Sütbeyaz, Sabuni, Balgöğüs, Arap… hepsi paçalı ama pek değerli sayılmayan kuşlardı. Hani müptelasının karga dediği cinsten. Önüm­deki tarlada buğday başakları tava gelmiş toprağı delip boy veriyordu usul usul. Tarla­lar ya tümsekler ile ya da ağaçlar, çalılıklar, böğürtlenler ile bir­birinden ayrılıyordu. Benim hududumda bir ahlat ağacı duru­yordu. O ağaç hâlâ duruyor, bir binanın bahçe duvarına yas­lanarak. Ekşi, sert ve kuru meyvaları asla mayhoşlaşmazdı. Normalde bu meyva olgunlaşsa ayılar ve insanlar kavga eder­di onun için. Ama bu büyük şehirde ayı olmayınca ağaç da kendini rekabete kapatmıştı. Çok zor­larsan kabız eder bı­rakırdı. Her bahar bir kuş yuva tutardı dalla­rında. Gizlice yumurtalarına bakardım. Ama ellemezdim, çünkü anne kuş yabancı koku alırsa yumurtayı terk ederdi. Sonra yavrular kabuğunu kırar, büyür, uçar ve giderdi.

Arkamda çam ormanı vardı. Bu orman önce bir dereye iner sonra başka bir dere ile buluşup bir yılan gibi Marmara’ya doğ­ru uzanırdı. Dere boyunca şimdiki tersa­nelere kadar sağlı sollu bostanlar olurdu. O dereyi kunduzlar gibi taşlarla, ağaçlarla kapatır, biriken suda çimerdik. Ardından bostanlara dalar, bazen de bostan sınırla­rında, dere kenarında, yol boyunda sahipsiz meyva ağaçlarına dadanırdık. Bir sürü yeni bitki ve meyva tanı­mıştım buralarda. Öyle bizim oralar gibi aşısız değildi, bütün meyvalar rez kıvamındaydı. Pem­be ve boyalı panca­rı ilk gördüğümde çok şaşırmıştım. Yemeye çalıştım ve üstüm başım battı. Eve korku dolu iz­lerle dönmüştüm. Ben mantarları, bitki ve ağaç köklerini, tarçını, yer elması­nı, yaban sarımsa­ğını, kuzukulağını, naneyi, kekiği, kaya kınasını, şilanı, yimliği, kengeri, mamuku… hepsini bilirdim. Ama Laz hurmasını ilk defa görmüştüm. Böyle turuncu, albenili ve kocaman bir meyvayı muhakkak yemeliydim. Çıktım ağaca aldım, peşimi doldurdum ama tanımadığım bir şeydi bu, olgun ve ham halini bilmediğim­den sert bir tanesini ısırdım, “Ya rabbi böyle güzel görüntüye böyle bir tat verilir mi” diye geçirdim içimden. Çok üzülmüştüm.

O ormanı günün her saati gece yarısı bile yarıp ge­çerdim. Koca koca adamlar geçmeye korkardı, ben ulaklık yapardım. Devrimcileri bile saklardık orman­da, yemek götürürdüm onlara. Bazen de ince kopya kâğıtlarına yazılmış lolipop şekeri şeklinde katlanmış illegal notlar taşırdım. Benim gibi iyi bir izci matbaa deposu kadar malzeme bulurdu ormanın zulalarında. Kimse kimsenin zulasına ilişmezdi. İçkiciler numune bırakırdı, şişelerini toplar satardık. Çimlerde yuvarlak yuvarlak göt izleri varsa civarında poşetlere zulalan­mış porno dergi olurdu. Şehvetle tepinilmiş, terli terli sigarası toprağa basılmış, işi bitince de çalıların dibi­ne doğru iteklenmiş olurdu. En kolektif zulalar bun­lardı. Herkes kullanır usulca yerine bırakırdı. Tam bir kamu malı idi. Bir de siyasi zulalar vardı. Oraya kimse ilişmez hatta bir ziyaret gibi saygı gösterilirdi. Sevr Mağarası’nda saklanmış, Tur Dağı’nda okunmuş kut­sal tabletler vardı burada. Sevgililer de bu ormanda buluşurdu, orada sevişirdi tutucu ve tutkulu aşıklar. Hele bir de bela bir baba veya abi varsa, kalbi serçe gibi atan genç kızlar, bir hafta öncesinden sözleştiği lokasyona beni gönderirlerdi. Bizden sır çıkmaz. İlle­gal eniştelerden saygı görürdüm, bazen para da ve­rirlerdi. Ne gereği var canım deyip alırdım. Diğer ta­rafta sürülmemiş bir tarla, orada top oynardık. Sanki bizim için sürmüyorlardı. Şimdi koca koca binalar var yerinde. Son tarafta da Vartolu bir komşumuz vardı.

Bir kamyonun kasasında gelmiştik İstanbul’a ve oto­ban kenarına bıraktıklarında “İstanbul bu mu” de­miştim. Sonra Marmara’nın bu cennet köşesini köy­lü tecrübelerimle keşfetmeye başlayınca zamanla sevmeye başlamıştım. Bir tarafta hasret bir tarafta da yepyeni bir hayat. Köye gitsem, bunları bir bir an­latsam, bütün köy toplansa ve beni dinlese, “Keşke, biz de” diye geçirse içinden. Defalarca tatbik ederek hikâyeleri baştan sona kurar, bozar yeniden yeniden anlatırdım kendime. Öyle dalmıştım.

Bir silah sesi duydum sonra pata pata pata, kanat ses­leri. Avcı haberini alınca koydan kalkan ördeklerin kanatları gibi. Sanki sürek avına çıkılmış da köpekler yerden bir grup bıldırcını kaldırmışlar. Avcı tedirgin­liği yaşayan kuşlarımı sakinleştirecekken ardından taramalı silah sesi geldi. Vartolu komşumuz vardı en yakında. Diğer komşularımız 300 – 400 metre uzak­ta idi. Tedirgin oldum. Silah sesinden korkmazdım, hatta çok korkusuz idim. Bizimkiler mi diye geçirdim içimden. Sonra bir kadın uğultusu sardı her yeri. Er­dal’ı vurmuşlardı.

Köy kahvesinde bildiri dağıtırken başka guruptan yol­daşlar ile pişti olmuş. Tartışmışlar, Erdal belinden ta­bancasını çıkartmış havaya sıkmış. Sonra kaçmış ama jandarma da peşine takılmış. Nereye gidecek, tabi ki annesinin evine. Ama varamadan eve jandarma yetişmiş, Erdal bir el ateş edip kendini Dedeağaç’ın arkasına atmış. İşte orada jandarma şarjörünü boşalt­mış. Neyse ki ulu mu ulu Dedeağaç, talibini bu zalim mermilerden korumuştu. Erdal yaralı olarak kaldırıldı hastaneye ardından da hapse gönderildi. Sıcak mer­milerin gövdesine yuva yaptığı Dedeağaç’ın kökleri kan ile sulanmıştı.

Şimdi yerinde yeller esen bu civar, Dedeağaç mevkii olarak bilinir. Adını bıraktığı yere koca koca binalar kuruldu. Burada rezidansların arasında yürürken du­dakları titreyen, başparmağını üç defa öpüp başına koyan beyaz çitli, bastonlu nineler görebilirsiniz. Ben de her geçtiğimde coşkuyla dolarım, geçmişi yad edip geri dönerim. Dedeağaç büyük mü büyük bir çam ağacı idi. Ben di­yeyim 500, siz deyin 1000 yaşında olsun. Öyle heybet­li öyle büyük bir ağaçtı. Kökü yerde başı gökte, dalları İstanbul denilen şehri kucaklayacak kadar büyüktü. Ben ki her ağaca tırmanırdım. Ama Dedeağaç’a ne çare. Saygımdan cüret etmezdim. Ona ayaklarımla bassam eve gittiğimde annem babam hepsi ölmüş olurdu zaten. Hazreti Ali efendimizin mührünü taşı­yan leylekler dışında hiç kimse o ağaca ayakları ile basmamalıydı. Biz ki Karer Baba’nın, Heser Baba’nın huzuruna ayağımızda lastiği çıkartıp girerdik. Dedea­ğaç cem gibi topladı taliplerini gölgesine. Altı serilmiş bir döşek idi. 4-5 çocuk el ele tutuşsa saramazdı gövdesini. Bazen sırt sırta veren sevgilileri, bazen devrim­ci toplantıları, bazen mahallenin bütün çocuklarını toplardı gölgesine. Sokak lambası olmayan o uzun yolda kadınlar korkusuzca gezerdi. Artık Dedeağaç vardı. Hani Uruz askeri Kanireş’i alıp Karaceneme Ormanı’na dayandığında, gözü yaşlı talipleri dönüp son bir defa Heser Baba’ya bakmışlardı. Ne görsün­ler, tozu dumana katan bir süvari, başında cem dönen sarığı ve aksakalıyla tofan gibi dalmıştı Uruzun karar­gâhına. Bir suyun gözesinde, bir ağacın gövdesinde dondan dona giren Efendimiz bizi hiç yalnız bırakmamıştı. Sonra miyazlar yapılıp sunuldu Dedeağaç’a, kurbanlar kesildi, lokmalar verildi. İstanbullu olmuş­tuk. Hazreti Ali efendimizin bir nişanını bulmuştuk. Otoban kenarına bırakılan çocuklar değildik. Kalu beladan beri biz taliplerini burada bekliyordu o ağaç. Ne mutlu bize. Dersim’den, Bingöl’den, Erzincan’dan, Varto’dan taliplere. İstanbul’da, Konstantin’de onun nişanına kavuşmuştuk.

Yorum bırakın