68’in Hafızası, Dünün ve Bugünün Bitmeyen Coşkusu

BEDRİ SOYLU

“Bir ulus hem özgür olup hem de diğer ulusları ezmeye devam edemez. Dolayısıyla Almanya’nın kurtuluşu, Polonya’nın Alman baskısından kurtuluşu olmadan gerçekleşe­mez. Bu nedenle Polonya ve Almanya’nın ortak çıkarları vardır ve bu nedenle Polonyalı ve Alman demokratlar her iki ulusun kurtuluşu için birlikte çalışabilirler.”

Friedrich Engels*

1968 üzerine binlerce şey yazıldı. Belki de söylenebilecek her şey çoktan söy­lenmiş olabilir. Ancak bu bizi hâlâ 68 üzerine konuşmaktan, bazı meseleleri 68 üzerinden değerlendirmekten alı­koymuyor. Tarih olmuş bitmiş hadiselerin yazılmasından ve aktarılmasından ibaret değil. Tarihle konuşmak ve bugüne dair birtakım tespitler aramak durumunda­yız. Eğer günceli sağ­lıklı bir şekilde değer­lendirmek istiyorsak bu gayret kaçınılmaz. Dünü konuşmak ile bugünü anlamaya ça­lışmak birbirlerinden uzak işler değil.

Son dönemde özellikle sermaye ile ilişki­si güçlü, parlak Batı üniversitelerinde, Fi­listin işgali üzerine küresel ölçekte etkisi olan eylemler yapılıyor. İster istemez bu durumu “yeni 68” olarak değerlendiren yorumlar da yapılıyor. Bu yazıda öğrenci radikalizmi, antiemperyalizm, haysiyet ayaklanması gibi bağlamlar üzerinden hem 68’i hem Gezi’yi hem de Filistin işga­lini tartışmaya çalışacağım.

Paris’teki 68 olayları sırasında arabalardan yapılmış bir barikat.

Kalkışmayı tariflemek

Eğer 1968 hareketlerini tek kelimeyle tarif etmek isteseydik kullanılabilecek kelimelerden birisi an­tiemperyalizm olurdu. Farklı ülkelerde muh­telif görüntüleri ve karakterleri olan 68 ayaklanmalarında he­men herkes işgal edi­len ülkelere dair benzer tepkiler veriyordu, işgale karşı olmayan yoktu. İşgal altında yaşamayan ve dünyanın geri kalanına nazaran refah içinde yaşayan üniversi­teli kuşak, sömürü ve eşitsizliklere karşı tarihte benzeri görülmeyen bir küresel eylem dalgasına katılarak ayaklandılar. O dönem­de ulusal kurtuluş hareketleri dünyanın hemen her yerinde kahramanlar da üretiyordu. Kahramanlık anlatıları, ezilenlerin mücadeleleri, direniş haber­leri, modern zamana mahsus destansı anlatılar dünyanın her yerine bir düzeyde ulaşabiliyordu. Bütün bunlar daha çok merkez ülkelerde ilgiyle takip ediliyordu. Arap-İsrail savaşı henüz bitmiş ve Cemal Abdunnasır ciddi bir itibar kaybetmişti. Re­fah içinde yaşayan Batılı ülkelerin sömürgecilik si­cilleri ve müdahaleleri kimi ülkeler için çok tazeydi kimi ülkeler içinse kör göze parmak bir azgınlıkla sürmekteydi. Bütün bunları gören ve haysiyetini ve insanlığını muhafaza etmek isteyen üniversite öğ­rencileri okullarında işgal eylemleri başlattılar.

Tabi her ülkedeki 68 kalkışması farklı eşitsizlik dinamikleri ve arka planlar taşıyordu. İlk 68 kal­kışması ABD’de başlamıştı ve siyahi vatandaşların maruz kaldıkları sistemli eşitsizliğin biriktirdiği bir mücadele pratiğinden güç alarak yükseldi. Fran­sa’da de Gaulle iktidardaydı ve Cezayir’in bağımsız­lık savaşı 1962’de bitmişti. Kaldı ki Fransa’da hatırı sayılır bir Cezayirli göçmen nüfus da yaşamaktay­dı. ABD’nin, 1945’te Fransa’dan bağımsızlığını ilan eden Vietnam’ı işgali emperyalist müdahalelere olan tepkilerin tetiklenmesine neden oldu. Çağa ilham veren şey açık şekilde ezilen halkların yer yer kazanımla da sonuçlanan haklı mücadelesiy­di. Bunun hem siyasal hem de popüler kültür için­de büyük etkileri oldu. Mesela, Vietnam’da ABD ile savaşan orduların komutanı Ho Chi Minh ismi, bütün dünya üniversitelinde slogan olarak atılmış olabilir: “Ho Ho Ho Chi Minh!” (Bkz. Ewan MacColl, The Ballad of Ho Chi Minh) Ya da, 1967 Ekim’inde ihanetle katledilen Che Guevara artık sadece ezi­len Latin halkları için değil, bütün dünya için ilham verici bir figür haline gelmişti. Düşünme biçimleri de bu olaylardan etkilendi, post-kolonyal teoriler 68 olaylarının gölgesi ve etki dünyası içinde gelişti.

1968’i anlatmak için elbette sadece antiem­peryalizm kavramı yeterli değil. Başka birçok eşitsizlikler 68 kuşağının talepleri arasında yer aldı. Dünyanın her yerinde işçi sınıfının yerini aldığı ve önderlik ettiği eylemler, ka­dınların eşitlik mücadeleleri, toplumsal cin­siyet eşitliği talepleri, merkez-taşra gerilim­leri, kent hayatında karşılaşılan ve üniversite amfilerinde yankılanan eşitsizlik görüntüleri, klasik örgüt yapılarının dünyadaki süregi­den sorunlara cevap üretme kabiliyeti ser­gilememeleri, demokrasi talepleri ve daha birçok şey, 68 hareketlerinin meselesi ola­rak sloganlarda ve meydanlarda yer aldılar.

Merkez ülkelerdeki refah toplumu içinde yaşayan gençlerin, dünyanın başka bir yerinde ezilen halk­lar için büyük kitlesel ayaklanmaları tetikleyerek sokağa çıkacakları pek de öngörülen bir durum de­ğildi, 1968 hareketlerini heyecan verici kılan biraz da bu beklenmezlikti. Dünya daha sonra bu gibi birçok kalkışmayı görecekti.

1968 yaklaşırken Türkiye’deki ruh halini görmek içinse 12 Kasım 1966’da Cemal Gürsel Meydanı’nda ABD üslerindeki işçilere yapılan kötü muameleyi protesto edenlerin attığı sloganlara ve pankartla­ra bakmak yeterli olabilir. FKF’nin de aktif katıldığı mitingde “Yankee Go Home”, “Topraklarımızın altı da üstü de bizimdir”, “Gençlik İşçi El Ele”, “Türkiye Johnson’un Çiftliği Değildir”, “Kahrolsun Emperya­lizm” gibi dövizler taşınırken yer yer Zeki Müren’in yorumladığı şarkı biraz değiştirilerek şöyle söylenmişti: “gül ağacı değilem / her gelene eğilem / çek elini üstümden / ben sömürgen değilem[1] 1968 yılı yaklaşırken olayların yaşandığı dünyanın bir­çok yerindeki haleti ruhiye biraz böyleydi. Aradan geçen yaklaşık 60 yıla rağmen Türkiye için bile bu sloganların güncelliğini konuşuyoruz. İliç’te hâlâ cesetlerine ulaşılamayan işçiler var ve bir Kanada şirketinin işlettiği altın madenindeki göçük kaldı­rılabilmiş değil ve yeni göçükler oluşuyor. Bize ce­setlerimizi bile vermediler.**

1968’i anlatmak için elbette sadece antiemper­yalizm kavramı yeterli değil. Başka birçok eşit­sizlikler 68 kuşağının talepleri arasında yer aldı. Dünyanın her yerinde işçi sınıfının yerini aldığı ve önderlik ettiği eylemler, kadınların eşitlik müca­deleleri, toplumsal cinsiyet eşitliği talepleri, mer­kez-taşra gerilimleri, kent hayatında karşılaşılan ve üniversite amfilerinde yankılanan eşitsizlik görüntüleri, klasik örgüt yapılarının dünyadaki sü­regiden sorunlara cevap üretme kabiliyeti sergile­memeleri, demokrasi talepleri ve daha birçok şey, 68 hareketlerinin meselesi olarak sloganlarda ve meydanlarda yer aldılar. Ayrıca sinemadan, ede­biyata kadar birçok sanat dalında da bu hareketin etkileri açık şekilde görüldü. Ancak emperyalist saldırı ve sermayenin küreselleşmesi, bize bugün yaşananlara dair gösterilen tepkileri de anlamlı bir izleğe oturtmak için oldukça gerekli vurgular…

Peki 68’in başına ne geldi?

68 hareketleri dünyanın hemen her yerinde yenil­di. Dönemin önemli ve etkili politik figürlerinden bir kısmı öldürüldü. Etkili figürlerin bir kısmı siya­sal anlamda sol liberal bir söyleme dümen kırdı­lar. 68 kuşağının ortaya koyduğu daha çok demok­ratikleşme ve sömürgenin ortadan kaldırılması gibi talepler ise zaman içerisinde toplumsal etki yaratma kabiliyetini kaybetti. İşçi sınıfının artan talepleri ve mobilizasyonu bazı ekonomi model­leri tatbik edilerek ve darbeler vesilesiyle sistem­li olarak zaman içerisinde etkisizleştirildi. Bugün 68’in getirdikleri ve siyasal kültürümüze katkılarını asla yadsıyamayız lakin bu hareketlerin kapitalist sistem tarafından bir şekilde sistem içi bir forma sokulduğunu ve antiemperyalist olmanın da birçok muğlak alan içerisinde etkisiz bir siyasal hat ola­rak kalakaldığını söyleyebiliriz. Ancak anlamlı ve harekete geçirici bir tutum olarak antiemperyalist olmanın, sağcılaştırmayan bir siyasal tarifini yapma ihtiyacı sürüyor. Her ne kadar 68 hareketleri yenilmiş olsa da kapanmamış bir parantez olarak 68’in anlamını koruması ve sürekli benzer formlar­da kalkışmaların yaşanmaya devam etmesi biraz da bu ihtiyaçtan geliyor.

68’dan Seattle’a ve Seattle’dan Gezi’ye

Kapitalist ve ABD odaklı dünyanın zafer ilan ettiği ve artık tarihin sonunu ilan edenlerin bütün pişkin­likleriyle yeni bir restorasyona giriştikleri bir za­manda, Kasım 1999’da sistemi yönetenlere bunun o kadar da kolay olmadığını gösteren bir şey oldu. İnternet üzerinden iletişimin henüz yaygınlaştı­ğı bir zamandı. Dünya Ticaret Örgütü Seattle’da geniş katılımlı bir buluşma gerçekleştirme kararı almıştı. Sermaye sınıfının küreselleşmesi ve mü­dahaleciliğini derinleştirme arzusunu yansıtan bu toplantıya karşı bir eylem çağrısı yapıldı. Böyle bir küreselleşmenin insanlığa saldırı barındırdığını dü­şünen binlerce insan toplantıyı yaptırmadılar. Ta­mamen barışçıl gösterilerle etkinliğe giden yolları kapatmaya odaklı bir eylemdi bu. Çatışmalar beş gün sürdü. ABD ordusu bile devreye girdi. Dünya Ticaret Örgütü’nün organize ettiği buluşma ger­çekleştirilemedi, herhangi bir karar da alınamadı. Kimileri bu olaya Seattle Savaşı da diyor.

Bu eylemler özellikle kentlerde yaşayan insanla­rın emperyalist sistemi sorun etmesinin ve dünya ölçeğinde etki yapan işlere imza atabilmesinin so­mut bir görüntüsü idi. Sonrasında gelişen iletişim teknolojileri bu gibi eylemlerin yaygınlaşmasına ve kopyalanmasına neden oldu. 2010larla birlikte Arap coğrafyasında başlayan ve dünyanın birçok ülkesinde ortaya çıkan Gezi gibi eylemlerin ilk gö­rüntüsü Seattle eylemleriydi. Doğası gereği krizler üretmeye mecbur olan kapitalizm ve yine doğası gereği fiili işgal dahil sömürgeci görüntülere mec­bur olan dünya sistemi, ürettiği hemen her krizle birlikte bu kalkışmalara da göğüs germek zorunda kalacağını gördü.

Sömürücü kurumlar ve müdahaleler özellikle re­fah içinde yaşadığı düşünen toplumlar için de bir saldırı öznesi olarak görüldüğünden bu gibi eylem­ler kentsel alandaki taleplerle birlikte vücut buldu. Çünkü sermaye sınıfı satamadığı şehri de o şehrin hafızasını da yağmalamak ister. Kentlerdeki yok­sullaşma, genç işsizliği, hafıza mekanlarına saldırı ve sürdürülebilirlik açısından tercih edilen otoriter yönetimler sermaye sınıfının gözettiği seçenekler olageldi. 68’den sonra uygulanan politikalar, SSC­B’nin yani reel sosyalizmin dağılması, küreselleş­meye ve sömürücü ilişkilere cephe alabilecek ülke düzeyinde siyasi temsiliyetlerin çok büyük oranda zayıflaması ya da karikatür bir görüntü sergilemesi artık böyle kalkışmaların pek de yaşanmayacağı­nın düşünülmesine yol açmıştı. Gezi dahil dünya­nın her yerinde görülen, küresel sermayeye hizmet eden otoriter yönetimlere karşı ve yer yer yönetim değişikliklerine neden olan kalkışmalar bunun aksini bize gösterdi. Bu eylemlerin büyük oranda orta sınıf karakterli olması eleştirisi de meselenin arkasındaki haysiyetli kalma motivasyonunu ve saldırıyı görme halini kanıtlar niteliktedir. Görece konforlu alanlarda yaşayan ve kapitalist sistemin müşterileri olarak kodlanan bir kuşağın önderlik ettiği bu kalkışmaların kitleselleşemeyerek kalıcı bir siyaset üretememesi başka bağlamlarda ayrıca değerlendirilmelidir.

Filistin işgaline karşı yapılan eylemler

İsrail’in Filistin işgali, en başından itibaren hem dünyadaki ulusal kurtuluş hareketlerinin hem de sosyalist blokun bir mücadele odağı olarak gördü­ğü bir yerde durdu. İsrail, emperyalizmi işleten kü­resel sermaye sistemi için bir uç karakol olmaktan başka bir anlama gelmiyor ve İsrail projesi asla Ya­hudiler için emin bir belde oluşturmak ya da böl­gede barışı sağlamak anlamına gelmedi. Terörden beslenen bu yapının seküler ve demokratik Orta­doğu için anlamlı bir model olarak pazarlanması, bugüne kadar sergilediği işgalleri ve katliamları sıvamaya yetmedi. Dünyada sisteme karşı cephe alan bütün siyasetler ve figürler Filistin meselesini sahiplendiler. Hem Filistinliler için hem de dünya­daki gençlik hareketleri için İsrail gayrimeşru idi. Küresel sistemi taşımak için zor gücünü sürekli diri tutan düzeneğin İsrail’e ihtiyacı vardı ve hâlâ var görünüyor. Çeşitli dönemlerde bu sürdürülemez ilişkiyi muhtelif yumuşatma hamleleriyle devam eder kılmak için bazı geri adımlar atıldı. Ancak bu­günlerde yaşananlardan yola çıkarak bunların pek bir geçerlilikleri olmadığını görüyoruz. Farklı kat­manları ve gerilim alanlarını barındırsa da günün sonunda bir emperyalist müdahaleciliği ve soy­kırımı yaşıyoruz. Yapılan saldırının aynı zamanda kendi haysiyetine ve insanlığına dönük olduğunu gören herkes soykırımdan ve işgalden rahatsız. Ba­tıdaki büyük sermaye destekli parlak üniversiteler­de karşımıza çıkan eylem görüntülerinin “yeni 68” olarak değerlendirilmeleri biraz da bundan oluyor.

Merkez dünyanın içinde şok edici ilk eylemlerden birisi Aaron Bushnell’in Şubat 2024’te kendini ya­karak bıraktığı mesaj oldu. Yahudi kökenli bir ABD askeri olarak böyle bir eylemi en son gerçekleş­tireceği düşünülen bir sosyolojinin içinden çıkıp, yapılan soykırımı canını feda ederek protesto etti. Haliyle bu eylemin büyük yankıları oldu.

Şunun farkında olmak lazım, yenilgileri­mizi de zaferlerimizi de sahiplenmeden mücadele siyasetini öremeyiz. Yenilgileri­miz de, direnişler de, mücadele de, hepsi bizim. Dünya ve insanlık tarihinin dönem­lerine baktığımızda küresel kapitalizmin egemenlik alanının ne kadar küçük bir zaman dilimini kapsadığı da ortadadır.

İsrail soykırıma devam edip katliam ısrarını herke­sin gözüne sokmaya devam edince üniversitelerde öğrenci işgalleri de başladı. Bu eylemler bazı so­mut talepleri içerdi. Özellikle finans sermayesiyle ve İsrail’i destekleyen sermaye gruplarıyla yakın ilişkisi olan bu okulların yönetimlerinden, İsrail ile ilişkilerin kesilmesi istendi. Hatta bazı okullarda genel olarak silah üreticileriyle ilişkilerin kesilme­si istendi. Üniversitelerde her kademede yükselen bu gibi talepler nedeniyle bazı okullarda yönetim değişiklikleri yaşandı, birçok eylemciye polis ve asker şiddeti uygulandı ve eyleme katılan öğren­cilere cezalar verildi. ABD üniversitelerinde pek görülmeyen bu denli bir şiddetin ancak emrin en yukarıdan, Joe Biden’dan gelmesi ile açıklanabile­ceğini öne çıkaran yorumlar var.[2] Gördüğümüz üzere Türkiye’de ilk örneğini Filistin İçin Bin Genç hareketinin ortaya koyduğu taleplerin benzerleri­nin dünya ölçeğinde arttığını söyleyebiliyoruz.

Bitirirken

68’deki kalkışmaları bugünle değerlendirirken lümpenlik görüntülerinin yerini daha ciddiyetli ka­bul edilen bir profile ve borçlandırılmış bir gençli­ğe bıraktığı teslim ediliyor. Yeni dönemin atmosfe­ri değişmişken kapitalizm kaynaklı borçlanmanın da derinleştiği vurgulanıyor.[3] Elbette bazı farklar var ancak geçmişle ilişkilendirmeyi ortak noktalar üzerinden kurabiliyoruz. Farklılıklar kadar ortak­lıklar da kıymet arz ediyor. Gençlerin siyasete mü­dahil özneler olarak ortaya koydukları radikalizm ve talepler artık eski dönemlere nazaran daha az hayalperestçe kabul ediliyor. Ancak mevcut radi­kalizmin de sistemdeki çatlakları genişletmemesi arzulanıyor. Gençlerin sokaklara çıkmasını öven ve hakkını teslim eden Eagleton aynı zamanda sistemin sürdürülebilmesi için demokratik bir tek­lifmişçesine önümüze konulan iki devletli yapının savunulmasını öneriyor, sistemden rahatsız olma­yan otoriter yönetimlerden pek de farklı bir şey söylemeyerek…

Kapitalizm ve küresel sömürü düzeni hoşnutsuz­luklar ve krizler üretmeyi sürdürürken, bir faillik ortaya koyan mücadele siyaseti maalesef vücut bulmuş değil. Sürekli saldırı altındayız ve bir şey­lere direniyoruz. Direne direne kazanabiliriz belki ama şu an direne direne kaybetmeye devam edi­yoruz. Şunun farkında olmak lazım, yenilgilerimi­zi de zaferlerimizi de sahiplenmeden mücadele siyasetini öremeyiz. Yenilgilerimiz de, direnişler de, mücadele de, hepsi bizim. Dünya ve insanlık tarihinin dönemlerine baktığımızda küresel kapi­talizmin egemenlik alanının ne kadar küçük bir zaman dilimini kapsadığı da ortadadır. İnsanlık ve bilim dışı bir hayatı teklif eden bu sömürü düze­ninin devrilmesi ihtimalini asla küçük görmeyelim. Buradan Mark Fisher’e de selam göndererek şöyle kapatalım, kapitalist ve sömürgeci sistemin sonu­nu hayal etmek dünyanın sonunu hayal etmekten kolaydır.[4]

Dipnotlar:

* İngilizcesi: “A nation cannot become free and at the same time continue to oppress other nations. The liberation of Germany cannot therefore take place without the liberation of Poland from Ger­man oppression. And because of this, Poland and Germany have a common interest, and because of this, Polish and German democrats can work toget­her for the liberation of both nations.” Engels bu cümleleri 1847 yılında Polonya’nın 1830’daki ayak­lanmasının 17 yılında Londra’da yapılan bir buluş­mada söylemiştir. Kaynak: https://marxists.archi­texturez.net/archive/marx/works/1847/12/09.htm

** Bu yazı yazıldığında toprağın altındaki cesetler tamamen çıkarılmamıştı. (Ed. Notu)


[1] Tuncay Çelen ve Ömer Gürcan, Hesaplaşma – 68 Gençliği ve Katledilişi, Süvari Yayıncılık.

[2] “Cihan Tuğal: ABD’deki gençlerin Filistin ey­lemlerinin nedeni bitmeyen huzursuzluk…”, Link: https://www.gazeteduvar.com.tr/cihan-tugal-abd­deki-genclerin-filistin-eylemlerinin-nedeni-bitme­yen-huzursuzluk-haber-1688224

[3] Terry Eagleton, “In defence of our new student radicals, The Columbia protestors are better equ­ipped than their forebears”, Link: https://unherd. com/2024/05/in-defence-of-our-new-student-radi­cals/

[4] Mark Fisher, “Dünyanın sonunu hayal etmek ka­pitalizmin sonunu hayal etmekten kolaydır”, Link: https://vesaire.org/dunyanin-sonunu-hayal-et­mek-kapitalizm-sonunu-hayal-etmekten-kolaydir/

Yorum bırakın